Gelmiş yeni bir yıl daha..

30 Aralık 2009 Çarşamba

Bir grup çocukla "hediye çekilişi" yaptım bu yıl, çocukken bizim de yaptığımız gibi :)) (10 yaşındalar.)


"Bana x çıktı yaa, onu istemiyorum" diye gelip kulağıma fısıldamalar, "İnşallah ben öğretmene alırım" duaları, öğretmenden hediye alacak öğrenciye kıskançlıkla bakmalar...

Çocukların arasında olmayı bazen gerçekten seviyorum.

Bir de sevmediğim tarafı var...

Yarın onlarca çocuk "seneye görüşürüz" diyecek bana. Uzun zamandır duymadığım o korkunç espriye maruz kalacağım yine bol bol. Korkunç bir durum, bana sabır dileyin olur mu :))

İçimde güzel hisler var bugün. Sanki güzel şeyler geliyor gibi. Neden böyle bir hisse kapıldım bilmiyorum ama umarım yanıltmıyordur içimdeki o ses beni.

Güzel şeyler gelsin bu yıl.

2o1o'un sonuna geldiğimizde gülümseyerek hatırlayalım her anını... Mümkün değil aslında biliyorum ama yine de...

İyi şeyler getirsin bu yıl herkese.

Güzel olsun, güzel..

Mutlu bayramlar!

27 Kasım 2009 Cuma

Nasıl görmek istiyorsam öyle bakıyorum hayata.
Belki bu bayramda da yanımda değil sevdiğim bazı insanlar ama mesafelerin önemi olmadığını hayat bir zamanlar öğretmişti bana.

Hayat sürprizlerle dolu ve her an bir şeyler çok daha iyi gitmeye başlayabilir biliyorum.

Eski bayramlar geyiği yapmaktansa, 3 sene 5 sene önce şu ankinden daha mutlu olduğum zamanların bayramlarını özlemektense şu ankinin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Güzel şeyler bekliyorum hayattan inatla.

Geçen bayram da yazmıştım, "güzel olacak, biliyorum"!

İyi bir bayram geçirsin sesimin ulaştığı ya da ulaşamadığı yerde her kim varsa..

Mutlu olsun.
İyi olsun.
Keyifli olsun.

İyi bayramlar herkese!

İyi ki doğdun Red Pharos!

22 Kasım 2009 Pazar

Heeeeey doğum günü çocuğu!


Her kötü durumun bir de güzel yanı var bak! Asiyeye tahammül etmek zorunda bırakılmasaydık okul bitene kadar tüm muhabbetimiz iki merhaba uzunluğunda olurdu belki...

İyi olmuş be, gerçekten iyi olmuş!

Okul her yönden de kötü değil işte, bak sizleri tanıdık buralarda :))

İyi ki doğmuşsun canım benim, iyi ki tanışmışız, iyi ki sabahları Moda sokaklarında kaybolmuş, okula her gün başka bir yoldan gitmişiz. Gülümseyerek hatırlıyorum şimdi her birini...

Yeni yaşın sana istediğin her türlü güzelliği getirsin canım benim, istediğin gibi olsun her şey. Mutlu ol!

Seni çooook seviyorum..

Nice mutlu yıllara!

Uyanalım

13 Kasım 2009 Cuma

Kırmızı ağaç, yapraklarını mı döküyor nedir?
Çok sessiziz bu aralar.
Birileri yaşadığına dair ses versin.
Olmaz mı?

Bir Ben Var Benden İçeri!

4 Kasım 2009 Çarşamba

Çok fazla şey anlatıyorum ona.

Çok fazla güveniyorum.

Çok fazla geliyorum üstüne. Bir başkası için kurulmuş tüm cümleleri ona söylüyorum. Onunla kuruyorum senaryoları. “Ona şunu derim” “O bana şunu der” leri hep o duyuyor. İçimde kurduğum tüm cümleleri ilk o biliyor. Söylediklerimi, söyleyeceklerimi, söylemeyeceklerimi hep o…

Çok fazla sıkıyorum onu. Anlattıklarım yetmezmiş gibi günlükler tutuyorum. İkinci baskı hayatlarda bir o yana bir bu yana gidip geliyor. Bir şiirden çıkıp, bir öyküde uyuya dalıyor…Bir karalama kağıdından çıkıp bir resme konuyor. Yoruyorum, eskitiyorum…

Çok fazla bilmiyor kendisi hakkında ne düşündüğümü. Haksızlık ettiğimden belki de…Bir başkasının hatasını ondan çıkarıyorum çoğu zaman. Onu suçluyorum birçok şeyde…

Çok fazla oluyorum bazen. “Yalnızım” diyen cümlelerle yürüyorum üstüne. Hep o varken yanımda, ben tekillikten söz ediyorum. Önemsemiyorum. Oysa o, her yalnızlık nöbetimde baş ucumda bekleyip, bitmez tükenmez bir konuşmanın dinleme noktasında oturuyor. Saatlerce dinliyor yakınmalarımı, hayallerimi, ümit ve ümitsizlik arasında yalpalayan naçiz benliğimi…

Çok fazla fark etmiyorum varlığını. Konuşurken bir başkasıyla, bakıyorum o! Yürürken o!Dinlenirken o!Düşünürken o! Bir anda yanımda buluveriyorum... Yormuyor beni, hep umut vaat eden tümcelerle geliyor karşıma. Bazen benden epey yaşlı olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Bazen bir gülümseme konduruyor yüzüme, bir çocuk mu ne, diyorum. Varlığı bir muamma olup çıkıyor…

Çok fazla sevdiğimi söylüyor başkaları, filozoflar özellikle…Ne yaparsam onun için yapıyormuşum sözde. Sözde, sevmelerim onun içinmiş. Bir başkasını sevişim, onun sevmekten duyduğu hazdanmış. Bir başkasını düşünüşler, bir başkasına yapılan iyilikler hep onun içinmiş.

Çok fazla vakit geçiriyoruz ama en yakın dostu olamıyorum. Ona anlattığım birçok şeyi başkalarına anlatmamamı söylemesine rağmen, söyleyiveriyorum ben. Hep başkalarını önemsiyorum sanki…Onunla yaşamayı düşünmüyor, başkalarına koşuyorum.

Çok fazla olmuyor ayrı kaldığımız ama bazen özlüyorum onu. Başkalarıyla olmaktan sıkılıyorum. Hep beni dinleyen o iken, böyle zamanlarda ben onu dinlemek istiyorum. Bir kuytulukta bulup oturtuyorum karşıma. Bazen hiç konuşmadan müzik dinliyor, bazen kitap okuyor, bazen bir filme takılıp kalıyoruz. Ama çok eğleniyoruz.

Çok fazla çaktırmasam da, anlattıklarımda hep ondan bir şeyler oluyor. Onu yazıyorum çoğu zaman. Hep onu anlatıyorum belki de, ne bileyim...

Çok fazla kişinin ağzında duyuyorum onun adını. Kıskanmıyorum(!) ama merak ediyorum aynı kişiden mi bahsettiğimizi. Hep bir iyelik eki getiriyorlar yanına, bilmesem de benimki olup olmadığını kızıyorum sahiplenmelerine. Hele bir de “ben, kendim” demiyorlar mı, sinir oluyorum! Pekiştirmesinler onu, eskitmesinler başka kelimeler arasında…

Çok fazla tanıdığımı zannedip anlatırken, çok fazla tanıyamadığımı fark ediyorum. Bazen başkaları benim bilmediğim yönlerini söylüyorlar, şaşırıyorum.
Çok fazla saklamaya çalışırken, çok fazla ön plana çıkarıyorum galiba.


Çok fazla şey anlatabilirim belki…
Ama kendimden çok bahsettim.






2009-08-01 , Gazeversite

Okulun ilk günü...

24 Eylül 2009 Perşembe

İlkokuldayken heyecan demekti okulun ilk günleri.. Yaz boyunca görmediğin arkadaşlarla bir araya gelme, o seneki dersleri öğrenip defter-kitap listesini alıp kırtasiyeye koşma... Okul alışverişi, rengarenk defterler, kalemler, silgiler...


Yeni kitap kokusu..
Yeni çanta kokusu..

Ortaokula gelince biraz daha farklı oldu heyecan. Her sene yeni yeni öğretmenler gelirdi ya, merakla okula giderdik o seneki öğretmenlerimizi görmek için. İlk günler yanıma aldığım boş defterin ilk sayfasında ders isimleri yazardı, öğretmenler geldikçe derslerin karşısına onların isimleri yazılırdı. Kimisi adını soyadını yazmazdı tahtaya, ağzında geveleyerek söylerdi, hepimiz farklı bir şey anlar dersten sonra oturur tartışırdık ne dedi şimdi bu adam diye.

Eğer gelen öğretmen ilk günden kendini sevdirmişse onun ismi daha özenli yazılırdı. Daha çok dikkat edilirdi nedense..

Sonra liseye geldik. "Ufff okul açılmasın yaaa" dediğimiz zamanlara. Okul ve ev birbirine uzak semtlerde olduğu için yaz boyu kolay kolay görülemezdi arkadaşlar. Okulun ilk günü yine "arkadaşlara kavuşma" anlamı taşımaya başlardı. Kendimizi çok büyük görürdük ya, ne renkli kalemler alırdık ne kap kağıtları.. Çocuk işiydi hepsi.

Sonra üniversite yılları başlayınca okulun ilk günü diye bir kavram kalmadı hayatlarımızda. İlk hafta okula gidilmezdi, ikinci hafta da öylesine gidilirdi.

Bir defter alır sene boyunca bütün derslerdeki notları ona yazardık. Kitap yerine de bol bol fotokopimiz vardı.. Karışıktı zaten üniversite hayatı, biraz öğretmen olurduk biraz öğrenci. (eğitim fakültesinde okumak böyle bir şey...)

Sonra o da bitti.

Bugün birileri için "okulun ilk günü"ydü. Benim içinse öğrencilik hayatımın bittiğini daha iyi idrak ettiğim gün oldu. Yol boyu etraftaki çocuklara kıskanarak baktım. Staj yaptığım okulun önünden geçerken oradaki çocuklara uzun uzun baktım.. Onlarla uğraştığım dönemde okul hiç bitmeyecekmiş gibi görünürdü gözüme. Ama bitermiş, her şey gibi.

Okul üniformalarıyla geldi öğrencilerim bugün.
Sanırım kıskandım...

Geçen sene de bahsetmişim okulun ilk gününden: http://slnnn.blogspot.com/2008/09/okulun-ilk-gn.html

İyi bayramlar...

20 Eylül 2009 Pazar

Bu yazıyı görüp göremeyeceğinizden emin değilim, sorun nedir bilmiyorum ama blogger açılamıyor yine. Yeni bir yasaklamanın bizi beklemediğini umuyorum sadece...

Bugün bayram!

Bayramda nerede olmak istiyorsanız orada olursunuz dilerim.

Yanınızda kimlerin olmasını istiyorsanız onlar olsun.

Her şey olmasını istediğiniz şekilde olsun...

İyi bayramlar!

Hiçbir şey göründüğü gibi değil!

14 Eylül 2009 Pazartesi



Birden bir kapı açılır ve kapıyı açan kişi gözlerini mümkün olduğu kadar kocaman açıp öylece kalıverir. Birilerinin onları gördüğünü fark eden bir grup insan, ki bu çoğu zaman iki kişi olur, yaptıklarından sıyrılıp o cümleyi haykırırlar:

-Hiçbir şey göründüğü gibi değil!

Filmlerde olur genelde böyle şeyler. 70-80. yılların filmlerinde bolca karşılaştığımız, karşılaşılacağını önceden adımız gibi bildiğimiz ama hiçbir şeye "dur!" diyemediğimiz olaylar zinciri...

Çoğu şey hep filmlerde olur, tamam, ama yok mu gerçek hayatta böyle şeyler? Ben çoğu şeyi gördüğüm şekilde yorumluyorsam, kalkıp sormaya cesaretim yoksa mesela...Ve o birçok şey, benim algıladığımdan çok çok farklıysa "hiçbir şey göründüğü gibi değilse", o zaman n'olacak? Kim çıkıp "Hiçbir şey göründüğü gibi değil!" diyecek?

Bilmediğimiz her şeye yaptığımızı mı yapacağız yine? Bir kalıp uydurup, öyle kabul edip, yola devam mı edeceğiz?

Sahi neden bu yola "öyle ya da böyle" devam etme isteği?

Dışarda Yağmur, İçimde Yağmur

27 Ağustos 2009 Perşembe



Yağmur yağıyor her gün...Hava kararmadan, aniden başlayıveriyor...Sanki sürpriz yapıyor kendince.Önce yere vuruş seslerini duyuyoruz.Oturduğumuz yerden ayaklanıp pencere kenarıyla buluşuyoruz.Ve güzel bir toprak kokusu...İnsan özünün kokusunu mu seviyor nedir?

Yağmur yağıyor her gün...Ağustos "bitiyorum" dercesine sinyaller gönderiyor oraya buraya. Seviniyorum ama gücenir diye de sevincimi gösteremiyorum...

Yağmur yağıyor her gün...Her gün yıkıyor tüm şehri...Tüm şehirdeki kiri, pası, kötüyü, çirkini...Üzerime yağmıyor belki ama sanki ben de arınıyorum her yağmurda...Düşüncelerimi, sıkıntımı silip götürüyor...

Yağmur yağıyor her gün...Her yağışında bir hayal gelip oturuyor yanıbaşıma...Bir güzel düşünce, bir gülümseme...

Yağmur yağıyor her gün...
Onu gözyaşıyla kıyaslayanları düşünüp kızıyorum o an...
Ancak sevinç gözyaşlarına benzetilebilir gibi geliyor...Belki anlık ama...

Yağmur yağıyor her gün...
Yağmurla ilgili tüm şarkılar dilime üşüşüyor...

başlık:Yüksek Sadakat

Bir başka dünyadan..

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Küçük çocuklar bizimkinden çok daha büyük ve zengin olan dünyalarına kabul ettiler beni birkaç gün önce. Son 5 günü onlarla orada geçirdim ve kıskandım..


Saatlerinizi onlarla geçirince büyüklerin ince hesaplar üzerine kurulmuş dünyasına adapte olmakta zorlanıyorsunuz. Kendinize kızıyorsunuz zaman zaman...

Bir saat önce tanıdıkları birinin boynuna sarılacak kadar cana yakınlar, birini sizden daha fazla sevdiklerini söyleyebilecek kadar açık sözlü. Hiçbir sözü gevelemiyorlar ağızlarında. Neyse o.

Sizi kendilerine yakın görecek küçük bir detay yakaladıklarında uçuyorlar sevinçten.

"Oleyyyy öğretmenim siz de Fenerbahçeliymişsiniz"
"Aaaa öğretmenim siz de mi oruç tutuyorsunuz yaşasııııııın"

Rüşvet verme şekilleri bile güzel :)

"Öğretmenim bizim dersimize siz gelin noluuuuur, söz dersten sonra eve gidip size kıymalı börek getireceğim".

Şimdiki çocuklar eskisi gibi değil diyoruz sık sık ama bilgisayar başında büyümüş bir nesil de olsalar en az bizim bir zamanlar olduğumuz kadar çocuklar.

Defterlerinin köşesine yaptığım yıldızlarla mutlu oluyor onlar da, tıpkı bizim bir zamanlar mutlu olduğumuz gibi.

Bizim öğretmenlerimizin aksine onların öğretmenleri "aferin" kelimesinin yanına bir ":)" da ekliyor ama.

2 saat sınıfta bir aşağı bir yukarı koşturuyorum zerre kadar yorgunluk hissetmeden. Çocuklar gittikten sonra fark ediyorum ne kadar yorulduğumu.

Nefret ettiğim bir mantıkla işleyen bir ortama okulun bitmesinin paniğiyle kendimi bir seneliğine tıkmış bulundum madem, güzel taraflarına bakmaya çalışayım ki zaman çabuk geçsin değil mi?

Sıcak Ayların Serin Geceleri

31 Temmuz 2009 Cuma



"Sıcak ayların serin geceleri olur" derdi dedem. Biz küçüklüğümüzü o serin yaz gecelerinden çıkarıp anlatırdık. Yaz dendi mi o geceler gelirdi aklımıza...Kendini dışarı atmış komşu kadınlarının sesleri arasında oynanan oyunlar gelirdi...Korkan ama yine de saklambaç oynayan arkadaşlar gelirdi. "Sobe" sesleri arasında ordan oraya yarışan veletler gelirdi. Babadan saklı binilen bisikletler, pedal sesleri gelirdi akla. Ailecek çıkılan yürüyüşlerde karışık dondurma alıp külahını çıtırdatmak gelirdi...

Sonra bir de ön balkon, arka balkonumuz vardı bizim.

Ön balkon denilince komşu çocuklarıyla yapılan balkon sohbetlerinden başka şey düşünülmezdi. Lambasız balkonların çekirdek çıtlatan, birbirlerini görmek için arada ayağa kalkan çocukları...Yoldan geçen bir kediye lazer tutup,onu oynatan yaramazları...

Arka balkon vardı bir de. Bu, yaş ilerleyince önem kazanmıştı nedense. Arka balkon, evin arka cephesine baktığından bir sükunet hakimdi oraya. Ara sıra akşam gezmelerinden dönen ailelerin fısıltıları duyulur, bazen bisikletli bir grubun ellerini iki yanına açmış cesur gencine gülünür, bazense gece kuşlarının sesi dinlenirdi. Bir kedi, bir köpek sesi yankılandığı da olurdu. Yan dairenin tv sesi, misafir kahkahaları ise alışılan mevzulardı. Bunlar dışında kalan "sessizliği" dinlemek istemezsen walkman'inin "play" düğmesine basar, kasetin ilk dönme seslerini dinler ve onun bir şarkıya başlama anını beklerdin sabırsızca. Şarkı başladıkça, gözün lacivert gökyüzü üstünde sırıtan aya, yıldızlara kayardı. Bazen şansın yaver gider, gözün kayar kaymaz bir yıldız kayıverirdi. Kayardı o zaman yarılamış bir şarkının hüzünleri...Sarmaşıklar üstünde bitmiş sarı çiçek kokuları gelirdi burnuna o zaman, pembe hayaller gelir otururdu yanıbaşına.

Bazen o arka balkona en yakın arkadaşını getirir, fısıltılar içinde "hayatının sırları" nı anlatırdın. Kıkırdaşmalarla başlayıp, iç geçirmelerle devam eden, esnemelerle son bulan geceleriniz olurdu. Üşüyen kollarınızı sarmalayan yorgan altı sohbetleri bölerdi uykunuzu...En güzel sırlar böyle gecelerde söylenir, en güzel arkadaşlıklar böyle geceleri beklerlerdi...

Serin yaz gecelerine saklamıştın onca mutluluğunu. Serin yaz geceleri, parlak gündüzlerin habercisi olmuştu. Çocukluğunun sevinç dolu çığlığına kulak vermişti onca sene..."Bir oyun ortası duyulan anne sesiyle düşen yüzleriniz"i seyretmişti. Fısıltılarınıza kulak misafiri olmuş sır tutmuştu nedensizce...

Serin yaz gecelerini sevmiştin, sevmiştiniz...

"Sıcak yaz aylarının serin geceleri olur" derdi dedem.
Serin gecelerin sıcak anılarını hatırlayıverirdim hemen...

İyi ki doğdun e.d!

25 Temmuz 2009 Cumartesi


Heeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeyyyyy!
Kocaman bir seneyi daha devirmişiz, takvimler yine 25 Temmuz'a gelmiş..

Takvimde bazı günlerin yanına minik notlar düşeriz hani, o günü diğerlerinden farklı ve özel yapan şeye dair minik notlar.. Doğum günleri, yıl dönümleri vs.

25 Temmuz'un yanındaki minik not der ki: " Bugün Eda'nın doğum günü!"

Geçen 5 senede geçirdiğimiz hem en zor hem de en güzel günlerde yanyana olduğumuz, hem mutluluğumuzu hem sıkıntımızı birlikte yaşadığımız e.d'mizin doğum günü bugün!

Umuyorum ki bu doğum gününden itibaren hayat daha iyi davranmaya başlayacak ona, hem bak başladı bile :)

Nice mutlu yıllara canım arkadaşım!

Hep mutlu ol!

Bugün, yarın, sonraki gün...

Seni çooooook seviyorummmmm :)))

Doğum günün kutlu olsun!

İyi ki varsın canım benim :) İyi ki...

Bitse artık bu yaz

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Ben tembel bir insan değilim, hiç öyle biri olmadım. Hep yapacak bir şeyler buldum kendime. Fazla uyumayı bile sevmem zaten..


Ama her insan gibi ben de yapılacak çok fazla şeyim olduğunda isyan etmişimdir "yeter artık, sadece boş boş yatmak istiyorum, hiçbir şey yapmak istemiyorum" diye.

Sanırım isyanım duyuldu, duam kabul oldu.

Arada bir okula gitmek dışında yapacak hiçbir şeyim yok! Daha doğrusu yapmak zorunda olduğum hiçbir şeyim yok ve böyle bir hayata hiç alışkın değilim.

Şahane bir dizi arşivi yaptım kendime, biraz ordan biraz burdan izliyorum. Yakında dizileri birbirine karıştırmaya başlayacağım.

Kitaplarımı okuyorum. Sanırım okunacaklar listem beni yaz sonuna kadar idare eder.

Film izliyorum.

Uyuyorum.

Ama zaman geçmiyor! Bir türlü geçmiyor!

Aslında bir an önce kışa kavuşmak gibi bir isteğim de yok bu sene, çünkü bu kış beni nelerin beklediğinden çok emin değilim. Tamam geleceğin neler getireceğini hiçbir zaman bilmiyoruz ama son 17 senemde sonbahar demek okula başlamak demekti, bu sene değil. O yüzden yazın bitmesini istemeli miyim emin değilim..

Genel olarak sıkılıyorum yani..

Zaten yaz aylarını sevmem, sıcak havayıysa hiç sevmem.

Bu ara aksi bir insan olmuşsam bütün sebebi içinde bulunduğum durumdur!

Ama geçer, biliyorum, geçer..


Gidemezsin ya hani.. Gitmeyi istemezsin ya bazen..

26 Haziran 2009 Cuma

Bir yerlerden ayrılmak zordur hep.


"Şuradan kurtulsam daha başka bir şey istemem" dediğiniz yerden ayrılma günü geldiğinde hissettiğiniz hüzün halinin büyüklüğüne kendiniz dahi inanamazsınız.

Bir bakarsınız ki doğru dürüst selam vermediğiniz insanlarla onlarca fotoğrafınız olmuş yanyana. 5 sene boyunca sadece 2-3 kelime konuştuğunuz insan elinde fotoğraf makinesiyle koşa koşa geliverir yanınıza "fotoğraf çektirelim birlikte" diye.

Nefret ettiğinizi sandığınız yerlere son bir kez daha gitmek istersiniz. Evet ayrılış ölüm değildir ama bir daha oraya geldiğinizde başka bir sıfatla gelme fikri sizi iter. Sanki şimdi yaptınız yaptınız, yapmadınız bir daha da yapamazsınız gibi gelir bazı şeyleri..

3 senedir içine girilmemiş kantini özlediğinizi fark edersiniz. Aslında özlenen altıgen şeklinde olmayan ama kendini altıgen şeklinde sanan mekan değildir ki! Orada geçirdiğiniz günleri özlersiniz.

Sabahın köründe, dersin başlamasına daha çok varken gidip bomboş kantinin bir masasına kurulmayı özlersiniz. Sizden sonra gelecek kişinin kim olduğunu bilmenin size hissettirdiği tuhaf mide bulantısını özlersiniz. 10 dakikalık ders arasında 4 kat merdiven inip 2 dakika kantine bakmayı, ardından tekrar 4 kat merdiven çıkıp derse yetişmeyi özlersiniz..

Bütün gün kral tv izlenen kantine her girdiğinizde sağa sola bakarsınız yıllardır görmemiş gibi. Sanki her yerini, her ayrıntısını aklınızda tutmanız gerekmekteymiş gibi kazırsınız gördüklerinizi beyninize..

Ders çıkışlarında "nerede ne yesek" kararsızlığıyla kapıda dakikalarca dikildiğiniz günleri özleyeceğinizi fark edersiniz mesela..

Yolda giderken sağa sola bakarsınız, oralardan bir daha öğrenci olarak geçme ihtimalini düşünürsünüz, nefret ettiğinizi sandığınız sabah yolculuklarını ne çok sevdiğinizi anlarsınız..

Okulu geçip bir sonraki durakta inmek bile zaten bozuk olan psikolojik durumunuzu daha da bozabilir. Yabancı hissedersiniz bir an kendinizi. Size bakarak "biz de bunlar gibi mezun olabilsek" diye içinden geçiren gençlere bakar içinizden "keşke bunlar gibi burada kalıp öğrenci olmaya devam edebilsek" dersiniz.

Tuhaftır. İnsan bir şeyi kaybedince ona dair en çok şikayet ettiklerini özlermiş en çok demişlerdi. Kimdi hatırlamıyorum ama sık sık düşünüp gülümsüyorum.

Sabahın köründe, sadece 2 kişi olduğumuz o kantindeki sessizliğimiz beni deli ederdi, şimdi düşündükçe gülümsüyorum. Benim yolu yarılamış olduğum saatlerde insanların yeni uyanmış olduğunu bilmek beni rahatsız ederdi, şimdi köprüden denizi izleyerek geçtiğim ve durmadan düşündüğüm o sabahları özlüyorum. Daha şimdiden..

Dile kolay, 17 senedir öğrenciyim. Öğrenciliğin bitecek olması fikrinin tuhaf gelmesi ondan..

Özleyeceğime ihtimal dahi vermediğim şeylerden ayrılma fikrinin beni bu kadar üzmesi tuhaf mı bilmiyorum. Ayrılıklar beni hep üzer zaten! Bırakıp gidemem alıştığım şeyleri, alıştığım şeyler beni bırakıp gitsin istemem.. Geçmez çünkü, bilirim. Hep bir boşluk kalır eksilenlerin ardından.. Yeni şeyler o boşlukları doldurmaz. Her şeyin yeri ayrıdır!

Şu günlerde yine kocaman bir boşluk hissediyorum hayatımın orta yerinde. "Biz asla ayrılmayacağız"lar gerçektir bazen, sahiden ayrılmaz insanlar. Ama uzaklaşılır, ister istemez uzaklaşılır..

"Yarın görüştüğümüzde anlatayım" deyişinin ardından yarın aslında görüşmeyeceğini fark ettiğin an bakakalırsınız o yeni boşluğunla birbirinize. "Ona anlatmalıyım bunu" dediğinde artık anlatamayacağını fark etmek kadar kötü değildir muhakkak ama zordur yine de..

Her giden bir boşluk bırakır. Her eksilen yeni bir boşluk yaratır hayatında. Her bıraktığın da bir boşluktur.. Yeni boşluğumla kavuşmamıza az kaldı!
Heeey merhaba, orada kimse var mı?

Ben çocuk iken...

16 Haziran 2009 Salı

İlkokul yıllarımda olmalı, evet evet! Serpil adlı bir arkadaşımla ortak bir defterimiz vardı, neden ortak yapmıştık bilmiyorum. Sanırım iki defter almaya paramız yetmemişti:) Dış kapağında şirinler olan sarı bir defterdi, çok iyi hatırlıyorum. İçine sevdiğimiz şarkıları yazıp, en sevdiğimiz oyuncuların çıkartmalarını yapıştırıyor, eğlenceli şiirlere yer vermeyi de unutmuyorduk.

Mesela o zamanlar meşhur olan "seni anan benim için doğurmuş" gibi absürt bir şarkıyı defterimizle özenle yazdığımız gün gibi aklımda, sonra "Kader"in benim çok sevdiğim bir şarkısı vardı o zamanlar, şimdi aklıma gelmiyor adı onu da eklemiştik. Hatice'nin "çıt çıt" ı da vardı galiba:)

Sonraaa o zamanların meşhur oyuncuları nam-ı değer "Memoli" ve "Deli yürek" defterin her yanını kaplamıştı. Yok efendim çeşitli resimlerini yapıştırmalar, yok "durmuyor deli yüreğim" gibi "haydarinnarinnarinna..."sına varıncaya kadar dizi müziklerini yazmalar, kalp çizip Zeyno&Memoli yi oklara eklemeler..:) Hayır, madem seviyorsun, kendi adını yazsana ne o öyle !

Bir de şiir dedim ya "oburluk" diye bir şiir vardı, ben onu ezbere bilir, böyle yaşar gibi çıkar tahtaya okurdum. Onu da yazmıştık:) Nette aradım şimdi ama yok buralarda. İki kıtasını aklıma geldiğince yazacak olursam, şöyleydi:

Bir gün mutfağa girdim
Annem de yoktu evde
Mis gibi koktu bana
O meşhur içli köfte

Çeşitli yemek vardı
Yan yatıyordu yerde
Kınamayın dostlarım
Oburluk vardı serde
. . .

Neyse, çok güzel defterdi ya neyse:P
Ama bulmak istiyorum, cidden!

Tüm bunlar nereden aklına geldi derseniz, bakın bugün çekmeceleri karıştırırken ne buldum:




(Fotograf makinesinin pilleri sizlere ömür olunca web cam ile çekmek zorunda kaldım, bir de silah ve yüzüklere dikkati çekmek amaçlı böyle yarım oldu, idare edelim:P)

Daha çoktu bir de, parayı bunlara dökmüşüz:))

Yalnızım dostlarım..

8 Haziran 2009 Pazartesi

Şu aşağıdaki reklamı gördüm az önce ve ciddi ciddi üzüldüm. Buyrun siz de bakın önce:


Aşk şarkılarında, filmlerinde vs sık sık kullanılır di mi sarılıp uyuma geyiği? Evet kabul etmek gerekir ki romantik bir düşüncedir. Fazlasıyla romantik bir düşünce olabilir hatta. Bir sonraki cümle ağlama efekti eşliğinde yazılacak, o yüzden susuyorum :)

Ama bu olay nedir Allah aşkına:) Geyik midir yoksa ciddi ciddi birileri böyle bir şey üretmekte midir bilmiyorum. Ben sadece bu fikir üzerine düşünüyorum şu anda.

"Ayy şekerimm şu yastıklardan aldım, gece sarılıp uyuyoruz, hem erkek derdi çekmiyorum, hem yalnızlık hissetmiyorum."

İsim filan da konur buna. Mesela bizim ki Berkecan olsun. Arkadaşlarımızla filan tanıştıralım..

"Bak şekerim bu Berkecan, amaaan bıktım gerçek erkeklerden artık bununla takılıyorum."

Esas nokta birine sarılıp uyumak mıdır yoksa sevdiğin adama sarılıp uyumak mı?

İki-üç gün bu yastığa sarıldıktan sonra insanın siniri bozulmaz mı? Bildiğin yastık be, içinde pamuk, silikon vs gibi bir şeyler var. Konuşmaz, sarıldığında o da sana sarılmaz. Yastık yahu yastık. 

Ben böyle bir şey almaya kalksam oturup durumuma ağlarım herhalde.

"O kadar yalnızım ki gece sarılıp uyumak için yarım bir adam şeklinde yastık alıyorum"

Fotoğrafa bakıp ciddi ciddi hüzünlendim az önce. Yalnız olmak sahiden fena bir şeymiş :p

Ne demiştin?

1 Haziran 2009 Pazartesi


"Erkekler ne söyler kadınlar ne anlar" isminde bir film gösterimdeydi geçtiğimiz haftalarda.Bir kitaptan uyarlanmış ama kitabı okumadım, herhangi bir fikrim yok..


 Komik filmlerle aram iyi değildir, duygusal-komedi türünde son yıllarda yapılmış filmlerin çok azını izlemişimdir.. "Ben ağır filmlerin insanıyım" demiyorum ama sadece bir "You've got an e-mail", bir "Pretty Woman" ve hatta bir "Notting Hill" tadı almak istiyorum, alamayınca üzülüyorum ve izlemiyorum..

Bu filmin ismini görünce dünyanın en kötü filmi bile olsa izleyebileceğimi hissettim. Film bittikten sonra yine erkek milletinin söyledikleri bana bir anlam ifade etmeyecekti muhtemelen ama bir de başkalarının gözünden görmek istedim bu durumu galiba..

Klasik geyiktir kadınların anlaşılmaz olduğu. "Kadınlar ne istediklerini bilirler, belli de ederler asıl o erkekler yok mu erkekler" geyiği yapmayacağım, korkmayın. Tek söyleyeceğim erkeklerin de en az kadınlar kadar anlaşılmaz oldukları..

Ama bunu kötü anlamda söylemiyorum. Ben herhangi bir insanın başka bir insanı anlayabilmesine zaten çok fazla ihtimal verebilen biri değilim. Geçmişimiz farklı, olayları algılayışımız farklı, değer yargılarımız farklı, sen ve ben tamamen farklı iki bireyken birbirimizi nasıl anlayabiliriz? Küçük noktalarda buluşabiliriz ya da sahip olduklarımız benzer bir duruma aynı tepkiyi vermemize sebep olabilir ve öyle bir durumda karşıdakinin bir hareketi neden yaptığına dair doğruya yakın bir tahminde bulunabiliriz. O kadar..

Filmde bir ilişkiye başlamadan öncesi anlatılmış, ben asıl sonrasını merak ediyordum ama olsun..

Kesinlikle her insanın öyle ya da böyle yaşadığına inandığım durumlarla başlıyor film.

"Amaaaaan sana adam mı yok bee, otursun o üzülsün seni kaybettiğine"ler, "seni zaten hak etmiyordu"lar, "bu erkekler hep böyle"ler, "ben de yaşadım, böyle böyle oldu, sen de şu kadar zamanda atlatırsın"lar...

Biz insanlar herkesin farklı olduğu gerçeğini zaman zaman unutuyoruz galiba :) "Ben şu kadar zamanda atlattım, sen de o kadar zamanda atlatırsın", "ben ilaç kullandım sen de kullanmalısın", "sen yaşadığın acıyı hafifletmek için bunu bunu yapmıştın, ben de yapmalıyım" vb cümlelerin bolca kurulma sebebi tam olarak herkesin aynı olduğuna inanmamız bence.

Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan, farklı dilleri konuşan kadınların "niye aramadı" şikayetleri ve çevredeki arkadaşların çeşitli teselli cümleleriyle giriş yapıyoruz konuya. "Aaa bir dakika ben de böyle demiştim", "Aaa bana da böyle demişlerdi" cümleleri geçiyor aklımızdan o sıra..
("Çadırının numarasını unutmuştur" ve "aslan yemiştir" denmedi tabi..)

Normalde oyunculukları hakkında olumlu şeyler düşündüğüm oyuncuların bir araya sanki zorla getirilmiş oldukları hissiyatı, nefret edermiş gibi oynamaları zaman zaman sıkıntı yaratsa da azimle devam ettim izlemeye.

İlk 1 saatin sonunda bütün erkeklerden nefret etme noktasına gelmiş olabilirim :) Ama 2. saatin sonunda sevgiyle gülümseyen o insan yine bendim :)

Sürprizlerle dolu bir film değil ama yine de fazla detay vermek istemiyorum izleme ihtimali olanlar için. Sadece "istisna olmak"la ilgili muhabbetten etkilendiğimi söylemek istiyorum, izlerseniz dikkatinizi çeksin lütfen :)

Erkeklerin her yaptığı hareketi olumlu olarak algılama eğilimindeki kızlar tanıdık geldi, telefon başında oturmuş bekleyen kızlar, aramıyor olması için kendi kendilerine bahaneler üreten kızlar, hiçbir zaman kötüye yormak istemeyen kızlar... Hepsi tanıdık geldi :) 

Haa bir de her şeyi bırakın Gigi'nin sevimli hikayesi için bile izlenir film :)

Çok ilham verici bir şey değil ama "olur bee, niye olmasın" derken yakaladım ben kendimi filmin sonunda, siz ne hissedersiniz bilmem..

Dediğim gibi filme bayılmadım, ama oturmuş filmden sonra düşündüklerimi yazıyorsam vardır bir hikmeti..

(sLn duygusal-komedi anlatıyor, bugünleri de mi görecektik...)

Kiraz Ağacı

22 Mayıs 2009 Cuma



Kış buhranlı geçmişti biraz. Soğuk geçmişti. Üşümüştü o. Üşümüştü güneşli günler. Üşümüştü börtü böcek. Üşümüştü kiraz ağacı.

Yaşlıydı biraz. Yaş-lanmıştı, gün be gün ömrüne yıllar biniyordu işte, daha ne olsundu? Ama memnun muydu hayatından? Hani derler ya “Her şey hayalimdeki gibi olsun” diye, onunki olmuş muydu?

Düşünceler içinde mutfağa seyirtti. Bir dumanı üstünde çay alıp, kiraz ağacını göz hapsine alan o pencere kenarına ilişti. Çiçeklenmişti ağaç, mevsim bahar idi. Üşümeleri üzerine ceket alırken, o üzerindeki ceketleri sıyırmış, dolabın bir köşesine koymuştu. Bu kiraz ağacı biliyordu işte her şeyi… O çiçeklenip meyve verirken bir yandan da pencere komşusuna bakmayı ihmal etmemişti herhalde.

Dün bir genç idi, tutkulu, hayalci belki, belki çekingen, belki korkak, belki buhranlı, belki deliydi, delicesine seven biriydi… Şimdi neydi? Yaşı varmıştı 50’ye, merdiven dayama kalmamıştı, merdivenler de eskimişti zamanla. Ama değişmemişti işte; hala deli, hala tutkulu, hala hayalci, hala hayalleri ardından gözyaşı dökecek kadar buhranlı, hala “ya olmazsa” diyen korkak, hala bazı şeylere uzak duracak kadar çekingendi…

Kimileri yıllar geçince bir şeylerin değişeceğini iddia ediyordu. “Değişiyor” diyorlardı; “Hayaller yitip gidiyor, sevgiler eskiyor, yıpranıyor, tutku denen şey size tutkalmışçasına yapışmıyor…” diyorlardı. Demek ki bir problem vardı ortada. Onların tutkuları tutku, onların sevgileri sevgi, onların hayalleri hayal değildi belki de. Onlar, geçen yıllarla birlikte arkalarında benliklerinden bir parçayı da bırakıp gidiyorlardı belki de… Belki de yaşamanın ne demek olduğunu idrak edememişlerdi yıpranmış beyinleriyle…

Çayından bir yudum daha alıp, ben değilim ki farklı olan dedi. Farklı olanlar; yaşamayı bilmeyen, bilmek istemeyenler. Yaşamak, yaşlanınca yaşamın iplerini salıvermek değildi ki…
Her şey gençken olup bitmez ki… Her şey zaman çarkında un ufak olup gitmez ki… Belki yorgundu biraz daha, belki hayalleri gerçekleşmemişti, olsundu. Bu işlerin bir de “belki” si yok muydu “hala”sı olduğu gibi?


Kış buhranlıydı işte ama her kışın bir baharı vardı, bir yazı vardı… Ömür bir döngüydü, insan bir kiraz ağacı. Her ne kadar yıllar geçiyor olsa da-ağaç büyüse de- mevsimler aynıydı, durumlar aynı…


Vakti zamanında gazeversite'de yayınlanmış bir yazım idi...

Paylaşmak istedim ki:)

cevabını bulamadıklarım..

17 Mayıs 2009 Pazar

Bir insanı gerçekten tanımak ne kadar sürer?


Tanıdığını sanmak herkesin başına gelen bir şey midir yoksa aptallık mıdır?

Anlattıklarına inanıp başkalarına karşı savunmak aptallık mıdır peki?

Aslında anlatılanların uydurma olduğunu, çok kötü şeyler yapıldığını öğrendiğinde hissettiğin aldatılmışlık duygusu yeterli midir bir insanı hayatından uzaklaştırmaya?

Kötü şeyleri görmezden gelmeye çalışıp, iyi olanlarla kendini kandırdığı için kızılabilir mi birine?

Kızılmalı mıdır?

Yoksa bir gün doğru olanı gördüğüne şükretmeli midir?

İnsanların kendine benzeyen insanlarla arkadaşlık yaptığı yanılgısından ancak bir arkadaşımızla zerre kadar benzerliğimiz olmamasını umduğumuz an mı kurtuluruz? ya da kurtulur muyuz?

Doğruyu göremediğin anlarda yaptığın hatalar peşini bırakmaz mı hiç yoksa önemli olan geç de olsa doğruyu görmüş olmak mıdır?

Hep masum taklidi yapan insanların başının altından mı çıkar kötü şeyler?

Kaç kez aldanır bir insan?

Kaç kez aynı hataya düşer?

Aynı hataya düşme sebepleri farklı kişiler, farklı durumlar ve farklı zamanlarsa biraz daha anlayışlı bakabilir miyiz duruma yoksa kızmalı mıyız karşıdakine? 

ya da anlayışlı mı olmalıyız?

Peki ben kendime herkesten çok kızarken başkalarının daha az kızması benim yaşadığım sıkıntıyı ve pişmanlığı hafifletir mi?

Geçmişte söylediğin iyi şeyleri geri almayı her şeyden çok istemek ama yapamamak sinir bozucu.

Pişmanlık hepsinden daha çok sinir bozucu.

Gerçek duygularını 3-4 kişiden başka kimseye anlatamamak da sinir bozucu.

Herkesin her şeyi çok farklı gördüğünü bilmekse mide bulandırıcı.

Kendi kendime sorup durduğum sorulardan bazılarını okudunuz yukarıda. Ben işin içinden çıkamıyorum. Belki cevabı olan birini bulurum diye umarak yazmak istedim...

Rembetiko!

27 Nisan 2009 Pazartesi

Geçen yıl devlet tiyatrolarının aylık çizelgesini incelerken gözüme iki oyun ismi takılmıştı. Biri Giordano Bruno idi ve bir diğeri de Rembetiko! Giordano Bruno şu ana kadar izlediğim en güzel oyundu evet ve diğerini de dün izleyip ikinci sıraya koydum! Dün, tarihe unutulmayacak bir oyun ekledim: "Rembetiko" dedim, unutma dedim:)



Savaş sonrası…
Mübadele…
Göç…
Yabancılaşma…
Tutunamama…
Ve bir çığlık: Rembetiko
Aşkın ve isyanın ezgili çığlığı!

Sahnede bir oyuncu belirir ve bu sözleri sarf eder...Sonra bir toz bulutu kaplar her yanı ve rüya
başlar!

Savaş, yangın, ölüm, kalım arasında çalan bir müzik vardır hep...Bazen bir acı çığlık gibi olur o müzik, bazen bir neşe, bazen bir aşk, bazen...
Müzik içinize işler, sesler, oyunculuk, danslar hepsi bir bütün olarak içinizde yer edinir birer birer...
Siz hayran hayran bakarsınız bazı oyunculuklara, bakın şöyle ikisi bir arada!
Uğur Çavuşoğlu bana "a" dese ağzım açık dinlerim ben onu ya!!! Ve yanındaki hatun da başrol oyuncusu Zeynep Çimenser, buğulu bir sesi var, ışıl ışıl gözleri... Bir anda küçük bir kız, bir anda bir dertli kadın...Ama buğulu ama ışıltılı işte...

Sonra aşk var işte, dedik ya karışık burada her şey...Ama bir aşk var, gizliden, yıllarca devam eden, farkedilmeyen...Güzel bir aşk...Birçok yerinde alkış tutmak istediğimiz, eğlendiğimiz oyun, bu aşk noktasına gelince dolu dolu ediyor gözlerimizi...



Bu benim ilk müzikalimdi ve iyi ki ilkti...
Birçok duyguyu aynı anda yaşadım, müziğin güzelliğini birkez daha anladım...
Müziğin pek çok şey demek olduğunu, bazı şeylerin söze ihtiyaç duymadığını...
Bazı şeylerin içine işlediğini ve sen bilmesen de onların hayatına yön verdiğini...
Hayat çok karmaşık olsa da zor olsa da içinde pek çok güzelliğin olduğunu...
Tiyatrodan çıktığımızda içimiz bir hoş olmuş idi, gözlerimiz duygulu, yüzümüzde bir gülümseme...
Bir karmaşa...
Ama bir iyi ki, evet, "iyi ki gitmişiz"

La Maison En Petites Cubes

15 Nisan 2009 Çarşamba

Ağaç ahalisi bu ara sessiz...


Ben de biraz hareket gelsin diye bir kısa film paylaşayım dedim, e.d.'yle bahsetmiştik geçenlerde bundan. Ortak blogumuzda da bulunsun :))

Filmin ismi: "La Maison En Petites Cubes". (The house of small cubes)
En iyi kısa animasyon Oscar'ı almış. Japonya yapımı. 

İzleyin :)

Bir sınav sabahı...

5 Nisan 2009 Pazar


Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Kampüsü'nde bir sınav öncesi...


-Pardon Fen-Edebiyat Fakültesi B blok ne tarafta?
-Fen-Edebiyat'ın kapısı şurada, girişler ordan yapılır herhalde.

-Dünkü sınav nasıldı?
-Yaa muhasebe beklediğimden kolaydı.

-Ben bu iktisattan bir şey anlamıyorum.

-Kalacağım galiba yine muhasebeden.

-Tarihe çalışıyorum, sen çalıştın mı?
-Sabah baktım biraz.

-Bu kambiyo mevzuatı çok zor yaa.

-Çok çalışamadım buna.

-Günlerdir çalışıyorum ama anlamıyorum.

Onlarca benzer cümle... Sınav stresi yaşayan insanlar... Sınav olmasını umursamayan insanlar... Çocuğunu bırakmış sınava gelmiş insanlar... Benim gibi bir bölüm bitmeden öbürüne bulaşarak iyi mi yoksa kötü mü yapmış olduğuna karar veremeyen insanlar... Kızının sınavdan çıkmasını beklerken örgü ören bir teyze... Çimlere serilmiş biri ders çalışan biri Puslu Kıtalar Atlası okuyan bir çift... Daha ileride çimlere uzanmış ders çalışan başka bir çift... Yemek yiyenler, çay/kahve içenler, güneşin tadını çıkaranlar, güneşten saklanmak için gölgeye kaçanlar... Rüzgarın tadını çıkaranlar ve rüzgardan şikayet edenler...

Birbirine hiç benzemeyen, belki de çok benzeyen onlarca insan.

Biraz ilerideki açıklıkta, kendisini göremediğim ama orada olduğunu bildiğim küçük çocuk ve o küçük çocuğun gökyüzünde süzülen kırmızı uçurtması...

İyi ki uçurtman ve sen kendinize orayı seçmişsiniz be çocuk!

Gülümsemenin zor olduğu anlar olur ya hani, hani halin olmaz ya bazen hiçbir şeye... Halin olsa isteğin olmaz, muhakkak eksik olur hani bir şeyler...

O anlarda sevimli şeyler çıkar ya bir yerlerden.

İşte o sevimli şeylerden biriydi o çocuk!

Anlatmadan duramadım :)

Ama ama o sevgilim!

2 Nisan 2009 Perşembe



İnanılması güç sevgili modelleri var. Ben bunları görüp çoğu zaman o saçma hallerine gülüyorum, çoğu zaman sinirden halden hale geçiyorum.

Durum-1: Sevgilimi tanıştırayım:Telefon

Bu durumda kız çevresiyle tüm bağlantısını kesip telefonuyla haşır ve de neşir olur. Ders anında, yemek yerken, yok efendim sen o kişiye bir şeyler anlatmaya çalışırken o karşınızda tık tık mesaj yazar. Tüm parasını fatura yahut kontör almaya harcar. Benim zannımca bu kişiler birbirlerine"başlarını sağa çevirdiklerini, sola çevirdiklerini, arkalarına baktıklarını, nefes aldıklarını..." dahi haber etmekteler.

Durum-2: Sevgilimi tanıştırayım: Yok tanıştırmayayım, hatta susayım, kızar!
Bu durumun pıtırcıkları birbirlerini kıskanmakla geçirirler vakitlerini. Ona kızar buna kızar ve bir küser bir barışırlar. Kız lavaboya giderken izin alacak kadar durumu abartabilir. Erkek,kızın kız arkadaşlarıyla dışarı çıkmasını denetleyecek kadar durumu abartabilir. Arkadaşını uyaran arkadaş modeli ise çok hatalıdır.(Hem güvensizlikle alakası yoktur ki bu durumun!) Aman dikkat böyle insanlara, sakın bulundukları durumu eleştirmeye kalkışmayın, sevgili buna da kızar mazallah arkadaşsız kalırsınız(!)

Durum-3: Sevgilimi tanıştırayım: Gelmiş geçmiş en büyük alim!

Bu durumun insanları birbirlerini yücelte yücelte dipteki gerçekleri görmez olurlar. Sevgili ne derse doğrudur, aksini söyleyen herkes yanlıştır, hatta aksini söylemesi onun kötü biri olduğuna dalalettir. Kişi kendi doğrularını sevgilinin doğrularıyla değiş tokuş eder. Benliğinden uzaklaşıp sevgilileşme sürecine girer.

Durum-4: Sevgilimi tanıştırayım: Sevgilim değil ki "aşkım, bebeğim... o"

Vıcık vıcık insan modelleri kendileri. Kelime dağarcıklarını bu kelimelerle değiştirmişler zannımca. Uyarmayın bunları da aman! Hem onlar bebeğim demiyor ki, sadece aşkım diyor ya da birtanem derken pek hissiyatlı davranıyor...

Çok sevdiğim insanlar var ve sevgilileri olunca öyle değişiyorlar ki allak bullak oluyor insan. Zaman zaman sinirden deli oluyor, bir yandan susmaktan, içine atmaktan bıkıyor...Sabrın tükenir uyarırsın "Bak önceden böyle değildin, bak şurası yanlış, o melek değil çekinme itiraf et...vs vs" Ama onlar gözlüklerini takmışlardır, bence daha çok atlar kullanıyor onları. Ha bir de savunmaları var: "Ben de öyle diyordum ama kendine gelince her şey değişik oluyormuş" Yok efendim, doğru doğrudur, yanlış yanlış!

Büyük mü konuşuyorum bilmiyorum ama ben bu durumların hiçbirini kaldıracak zihniyette biri değilim. Bu aşk değil başka bir şey başka: Esaret, aptallık,saçmalık...

Because you had a bad day...

24 Mart 2009 Salı

Sene 2005.

Böyle söyleyince üzerinden çok zaman geçmiş gibi geliyor ama sanki dünden bahsediyormuşum gibi yakın bana...

Keyifsiz zamanlar.
O ara Dream tv bir klibe takılmış, gün boyu yayınlayıp duruyor, ben de kanallar arasında dolaşırken ne zaman denk gelsem klip bitmeden kanal değiştirmiyorum.

Bu sabah yine keyifsiz sabahlardan biri.
Ne yapsam da kendimi toplayıp dersin başına öyle otursam diye düşündüm. Aklıma o klip geldi. Şarkıyı söyleyen abinin başka hiçbir şarkısını bilmiyorum. Belki diğerlerine de böyle klipler çekmiştir, bilemem. Bir ara bakarım ama...

Şimdi oturup izledim yine yüzümde bir gülümsemeyle ve galiba şu an biraz daha iyiyim :) İnsanın kendi can sıkıntısını %100 geçirecek çözümler bilmesi güzel bir şey ;)

Tamam daha fazla uzatmadan klibi ve şarkının sözlerini ekliyorum, sonra da susuyorum...

Klip benden e.d.'ye gelsin :P Bir ara kafayı taktığım ne varsa ona da bulaştırmayı görev edinmiştim kendime, bu klip konusunda da beynini ben mi yedim, yoksa bambaşka vesilelerle denk gelip öyle mi sevdi hatırlamıyorum ama sevdiğini biliyorum :))


Where is the moment we needed the most
You kick up the leaves and the magic is lost
They tell me your blue skies fade to gray
They tell me your passion's gone away
And I don't need no carryin' on

You stand in the line just to hit a new low
You're faking a smile with the coffee you go
You tell me your life's been way off line
You're falling to pieces every time
And I don't need no carryin' on

Because you had a bad day
You're taking one down
You sing a sad song just to turn it around
You say you don't know
You tell me don't lie
You work at a smile and you go for a ride
You had a bad day
The camera don't lie
You're coming back down and you really don't mind
You had a bad day
You had a bad day

Will you need a blue sky holiday?
The point is they laugh at what you say
And I don't need no carryin' on

You had a bad day
You're taking one down
You sing a sad song just to turn it around
You say you don't know
You tell me don't lie
You work at a smile and you go for a ride
You had a bad day
The camera don't lie
You're coming back down and you really don't mind
You had a bad day

(Oooh.. a holiday..)

Sometimes the system goes on the blink
And the whole thing turns out wrong
You might not make it back and you know
That you could be well oh that strong
And I'm not wrong

(yeah...)

So where is the passion when you need it the most
Oh you and I
You kick up the leaves and the magic is lost

Cause you had a bad day
You're taking one down
You sing a sad song just to turn it around
You say you don't know
You tell me don't lie
You work at a smile and you go for a ride
You had a bad day
You've seen what you like
And how does it feel for one more time
You had a bad day
You had a bad day

Pembe pembe diziler

23 Mart 2009 Pazartesi


Hayatının hiçbir döneminde Arjantin, Brezilya ve dolaylarında geçen pembe dizilerden izlememiş bir kadın modeli varsa dünya üzerinde kendisini tebrik etmek istiyorum :) Çocukluğum pembe dizi takip ederek geçti, psikolojim üzerinde derin izler bıraktı o diziler, izlemeyen varsa dinlemek istiyorum kendisinden nasıl bir his olduğunu.

Geçtiğimiz günlerde eski şarkı linkleriyle dolu bir maile göz atarken Julio Iglesias'ın Manuela şarkısını görmemle başladı bu dizileri düşünmeye başlamam. Julio Iglesias'ı sadece ismen tanıdığım için şarkılarını da bilmiyorum tabi. Acaba çocukken izlediğim Manuela dizisiyle ilgisi var mı derken bir de baktım ki dizinin jeneriğindeki şarkıymış :) Sonra daldım gittim geçmişe...

6 ya da 7 yaşındayken pembe dizi izleyen bir ruh hastasıydım ben!

O dönem çok sık elektrik kesintisi olurdu neden bilmem. Ama yan komşumuzla elektriklerimiz asla aynı gün kesilmezdi. Ya onlarınki kesik olurdu ya bizimki. Elektriği kesik olmayanın evine toplaşır, akşam haberlerinden önce yayınlanan Manuela'yı heyecanla izlerdik.

Dizinin iyi kalpli, temiz kızı Manuela çok sevilirken benim Isabel'i sevmem antikahraman sevgimin o zamanlarda da var olduğunu gösteriyor sanırım.

Isabel ve Manuela babaları aynı anneleri farklı olan iki kardeşti, ikisini aynı kişi canlandırıyordu, tek farkları Isabel'in gözlerinin mavi, Manuela'nın gözlerinin siyah olması ve Isabel'in saçlarının dalgalı, Manuela'nın saçlarının düz olmasıydı.

Isabel'in öldüğünü sanan Fernando aynısından bir tane daha buldu (bkz: Manuela) bu kez onunla evlendi, kimse Manuela'yı kabullenmedi, herkes onu ezdi falan filan.

Herkes Manuela'ya acıyıp onu severken ben Isabel'in kocasını aldığı için nefret ederdim Manuela'dan. Fernando'ya bakıyorum da iki kadının bu kadar mücadelesini hak edecek bir şey de yokmuş 
hani :))

Bir de 7 yaşındayken şarkının sözlerini ezberlemişim, tabi duyduklarımı ezberlemişim, yoksa Türkçe'den başka dil bilmiyorum o dönem. Şimdi sözlere falan baktım da oy oy oy dedim. Benim "komos noçes komos venyos komo soposenyos denyemo manuela" diye anladığım şey aslında bambaşka bir şeymiş :)) (gülmeyin, yaş 7 diyorum :D )

Sonra 5. sınıfta başka bir diziye sardım. Türkçe ismi Hanımağaydı, öyle bulamayacağımı tahmin ederek başroldeki tiplerin ismini yazdım google'a ve öğrendim ki dizinin adı La Dueña'ymış. Burada da gururu yüzünden Jose Maria'ya aşık olduğunu bir türlü kabul etmeyen, bütün gün at tepesinde ordan oraya dolaşan bir kız vardı. Bu bahsi geçen kızın ismi Regina. Bana o zaman o kadar güzel görünüyor ki bu abla, ben gidip saç modelimi falan onun gibi yaptırıyorum. Hâlâ da saçlarımı aynı şekilde kestiriyor olabilirim, evet :)
Bu fotoğrafta pek belli olmamış saç modeli, daha düzgün bir fotoğraf da arayamadım. Bu Regina'nın amcasının kızı var bir tane, ismi Laura. İğrenç bir kişilik. Yaşadıkları çiftlik miras olarak Regina'ya bırakılınca hasetinden çatlıyor, Jose Maria'ya göz koyuyor, ele geçirmek için çok çabalıyor, ama bütün kötüler gibi kaybetmeye mahkum. Laura nefret ettiğim az sayıda kötüden biri. Gençlerin arasını bozmaya çalıştığı için kılım ona.

Sonra azıcık büyüyoruz ve gençlik dizileri başlıyor.
Hiç kaçırmadıklarımızdan biri: Sweet Valley High.
Elizabeth ve Jessica adlı ikizlerin okul maceralarını izliyoruz burda. Elizabeth tam bir melek, herkese iyilik yapıyor tüm zamanında. Jessica'ysa dünyayı umursamayan bir tip, zavallı Elizabeth onun pisliklerini temizliyor durmadan. Evet, Jessica'yı seviyorum :D Elizabeth'in o zaman gözümüze çok hoş gözüken sevgilisi Tod'a şimdi bir baktım, aman yarabbi! Çok fena :D
 
Bir dönem de Melrose Place efsanesinden nasibimizi aldık. Ama o dönem nedense hiç net değil hafızamda. Diziye dair çok az şey hatırlıyorum.

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Michael Mancini'yi pek beğenirdim o zaman. Her akşam 17.00'de yayınlanırdı, sokakta oynadığımız oyunu yarıda bırakır eve gelirdim, izleyip yeniden çıkardım.


Sonra Sabrina fırtınası başladı. Her öğlen Sabrina saatinde eve girer, Sabrina'yı izler öyle çıkardık oynamaya. 

Hatta ortaokuldayken "Sabrina roma'da" adıyla atv'de yayınlanan filmini izlemiştim, Roma sokaklarına aşık olup, İtalya'ya gitme hayalleri kurmaya başladığım an tam olarak o filmi izlediğim ana denk gelir. Ha bir de filmde Paul rolünü oynayan arkadaşa da aşık olmuştum, şimdi baktım resimlerine hâlâ yakışıklı görünüyor gözüme :)

Sonra yine memleketimizi kasıp kavuran bir başka diziye sardım lise yıllarımda. Vahşi güzel! (Muñeca Brava)

Her sabah okulda konuşulan ilk konu ivo ve milagros! 

"Anam Ivo'yla Milagros kardeş çıktı, oh çok şükür değillermiş, aaaa Pablo Milly'e aşık oldu, aaaa ivo angelicayla evlenmesin, Angelica'nın kemiklerini kırmak istiyorum, kemik torbası tipe bak ıyyyyy."

Hâlâ da pek tatlı gözüküyorlar gözüme :))

Ivo'dan Türk genç kızları bir şey öğrendi; "bir erkek ağlarken ne kadar güzel gözükebilir". Evet ruh hastasıydık, Ivo'nun ağlamasına bayılırdık!

Sanırım pembe dizi ve gençlik dizisi günlerim böyle bitti. Haftada bir akşam saatlerinde yayınlanan dizileri takip etme konusunda çok başarılı olamadım hiçbir zaman ama pembe dizileri her gün izlemeyi bir görev bilinci saydım! Olsun, anı oldu işte fena mı :)

Bir ara Rosalinda falan da izlemiştim ama pek bir şey hatırlamıyorum ona dair.

Gençtim, izledim, utanmıyorum tamam mı :))