2009 gelmekteymiş, buyursun gelsin

30 Aralık 2008 Salı

Bir yılın bitmesi, başka bir yılın başlaması benim için çok bir şey ifade etmiyor. Yeni bir yıla girmeyi umursayan herkesin yeni yılı kutlu olsun.

Umarım 2010'a girerken "2009 da ne güzel geçti be" diyebiliriz/diyebilirsiniz.

2007'den, 2008'den biraz daha iyi olsun, çok bir şey istemiyorum.

Her şeyin istediğiniz gibi gittiği güzel bir sene dilerim.

Bu sene çok mutlu ol okuyucu olur mu :)

Sevgiler...

Uska Dara :)

29 Aralık 2008 Pazartesi


Geçen akşamlardan birinde Cem'in (erkek arkadaşım) ailesinin evinde yemekteydik. Muhteşem bir caz arşivi olan babası yemek için bir cd koydu playera. Müzikler süperdi ki bir şarkı çok dikkatimi çekmişti fakat söyleyenin ismini almayı ozaman unuttuydum. Bugün haberlerde o parçayı seslendiren Amerikalı ünlü cazcı Eartha Kitt 'in öldüğünü öğrenince söyleyenin o olduğunu da öğrenmiş oldum.

Parça hepimizin bildiği bir parça yalnız seslendiren Amerikalı. Çok sevimli olmuş açıkçası. Herkes sevmeyebilir ama gene de dinlemenizi tavsiye ederim buyrun ;


eartha kitt - Uska dara.mp3 -


Beni ara!

28 Aralık 2008 Pazar

"Google'de kimler neler aramış, google kimleri buralara göndermiş" konulu yazılarımızdan ilkine başlıyoruz :)


*"İki gönül bir olunca"
Samanlığın seyran olmasının yanısıra her şey de güzel olur be!

*"Kırmızı ama elma değil"
Google'ı tebrik ediyorum :) Kırmızı ama elma değil aramasını kırmızı ağaca yönlendirmek zekice :p Arayan arkadaş da sorusunun cevabını almıştır böylece :)

*"Ağzıyla müzik yapanları dinle"
Bir voice male vardı, Sertap Erener'le zor kadını söylemişlerdi. Türkiye'de de bir "Vokaliz" kurdular, gülmekten dinleyemiyordum ben. Kocaman adamlar tuhaf sesler çıkarıp, tuhaf figürler yapınca komik görünüyordu bana :) (voice male'i klip dışında görmedim, komik görünüp görünmedikler konusunda yorum yapamıyorum.) Bir de İstiklal'de durmadan Godfather'ın meşhur müziğini çalan bir abi var, hangisini alırdınız?

*"Aşk arıyo"
Aç bakalım telefonu, derdi neymiş görelim.

*"bayayı sürünce ne olur"
Çok kötü olur.

*"bayramın ikinci günü askere giden erkeklerin isimleri"
Bu nasıl bir meraktır? Eski sevgilisinin askere gidip gitmediğini öğrenmeye çalışan bir kız bence bu arkadaş. Ortak tanıdık yok mu be güzelim? Ara, sor...

*"Bir kızda olması gereken maddeler"
Ben bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim :) Fikri olan?

*"dul kız"
Zor biraz.

*"dullar bekarlar"
Hepsi kabulüm diyorsun.

*"iki gönül bir olunca ...... olur"
Aramada çığır açıldı şu an!

*"İşler ne zaman yoluna girer"
Google bilir mi ki? Biliyorsa ben de sorayım :(

*"Kağıt kullanımında ağaca verdiğimiz zarar"
Zarar vermek ne demek, yok ediyoruz daha ne olsun...

*"Mutluluk kaynakları"
Benimkiler burada. Seninkileri google bilmez, ben hiç bilmem :-/

*"Polonya vizesi ve arkadaşlık evlilik"
Önce vize alıp Polonya'ya gitmek istiyor, sonra orada biriyle arkadaş olmak en son da evlenmek istiyor onunla sanırım ?!

*"Sen benimsin onun oldun"
Şimdi onun olduysa "sen benimsin" diyemeyiz, "sen benimdin" deriz, bu kısa dilbilgisi dersinin ardından "ah yavruuuum yazık sanaaaaaa" diyorum en sevgi dolu halimle. Geçmiş olsun ne diyeyim :-/

*"Sevgilimle nasıl vakit geçirsem"
Siz bence bir an önce yollarınızı ayırın! Çok ciddi söylüyorum :) 
"Ne yapsak da zaman çabuk geçse, sonra da kurtulsam" anlamı çıkarıyorum ben bundan.
Bakın gençler ortak olarak sevdiğiniz yerler vardır değil mi? Eğer yoksa birinizin isteğine bir diğeriniz uyarsınız muhtemelen, yani olması gereken budur ama uyamıyor ve durmadan yer konusunda kavga ediyorsanız yollarınızı ayırın önerimi tekrarlayacağım :p Seçtiğiniz mekana göre de neler yapabileceğinize karar vereceksiniz, her şeyi devletten beklemeyin, google'a da Güzin abla muamelesi yapmayın rica ediciim.

*"Süper liseye seçilen öğretmenler mi girer"
Süper liseler kaldırılmadı mı 8-) Hani bütün liseler 4 yıl oldu ya... (yanılıyorsam düzeltin lütfen.)

*"tutturmalı kalın kemer"
çirkin bir şey bence :) ama zevkler ve renkler meselesi tabi...

*"Yazacaksan yaz"
Peki, sen yeter ki kızma

*"Öğretmen olmak için ne yapmak gerekli"
İlköğretim okulu ve liseyi bitirdikten sonra öss sınavına giriyoruz, üniversitede "...... öğretmenliği" şeklinde ismi olan bölümlerden birini kazanmaya çalışıyoruz. Olmadı da "matematik, Türk dili edebiyatı, kimya" gibi ismi olan bir bölümü mü kazandık? Olsun, oku sen yine de. Okul bitince alabilirsin pedagojik formasyonu. Okul bitti mi? Bittiyse şimdi KPSS'ye giriyoruz, sonra da oturup atanmak için dua ediyoruz. Afiyet olsun.

*"Üfürükten prenses dedi ki"
Yanlış geldin, prenses burada bir şey demiyor :) Seni şuraya alalım: http://ufuruktenprenses.blogspot.com/
Prenses telefon sana :))

Devamı gelecek...

kartınız var!

26 Aralık 2008 Cuma

Sabah kapımızın altından 3 tane kart atmıştı postacımız. Halam size bir şey gelmiş deyip verdi kartları, baktım ikisi bana, birinin gönderildiği kişiyi tanımıyorum :-/


Kart temmuz ayında Türkiye'den Fransa'ya gönderilmiş. Adres yanlış olduğu için Fransadan Türkiye'ye geri göndermişler, ancak yollayanın adresi yazılı olmadığı için gönderenlere geri dönememiş kart. Ne alakaysa bana gelmiş :s

Postacılarımız tuhaf insanlar. Yıllardır son ödeme tarihlerinden sonra gelir benim kredi kartı ekstrelerim. Sınav kağıtlarımı da komşulardan topladığım olmuştur.

e.d.'ye gönderilmiş bir kartın üzerindeki yaratığın ne olduğunu oturup tartışan postacılar var misal. Bir de gelip "biz arkadaşlarla baktık baktık bir şeye benzetemedik, ne bunlar" diye sormuşlardı :)

Benimki de ayrı bir tuhaflık işte... Gönderen adresini yazmamışsa postanede kalır o, gidip başkasının kapısından atmanın anlamı nedir ki?

Arzu, Atilla ve Mehmet hep birlikte yazmışlar; kartın muhattabı Elmas, ayrıca Yasin'i öpüp Turgay abiye de selamlar göndermişler. Fransız posta idaresi "N'habite pas à l'adresse indiquée, retour à l'envoyeur" diye mühürlemiş, ama göndereni bulamayan posta idaremiz kartı bana getirmiş :D

Bizim postaneye ulaşınca bizimkiler bakmış bakmış muhtemelen, "gelse gelse bu manyaklara gelmiştir Fransa'dan" demişler ve bize getirmişler diye tahmin ediyoruz. (postcrossing üyeliğimiz sebebiyle, durmadan ordan burdan bir şeyler geliyor da.)

Seviyorum postacılarımızı...

Çağrı at bana çağrı atayım sana

24 Aralık 2008 Çarşamba

Geçtiğimiz günlerden herhangi birinde otobüste giderken arkamdan birden bir çığlık sesi duydum.

Ağzını büzerek konuşmayı sevimlilik sanan kızlardan biri karşılaştığı arkadaşına şöyle dedi:

"geçen gün sana çağrı attım yaaaaaa niye karşılık vermediiiiiiiiiiiiiin"

Çocuk neden attığını sordu, kız cevap verdi:
"hiiiç öylesineeeee, rehberimdekilere çağrı attım sırayla"

Yaşları da 20 veya üzeri. Küçük de değiller yani.

İlk telefonumu aldığımda orta okulu yeni bitirmiştim. O zaman çağrı atardık birbirimize, ama bırakalı çok oldu.

Ben artık kimse atmıyor sanıyordum, telefonu eline alıp sırayla herkesin telefonunu çaldıran kız modeli hala yaşamaktaymış meğer :-/

Kabus gibi ya, bir de ağzını büze büze konuşmuyor mu :s Umut Sarıkaya karikatürünün içine düşmüş gibi hissettim kendimi :D (Ben karikatürü açıklayan şahsiyetim.)

İtici olmak için neden zorlar insan kendini?

"Ay canııııııaaaaooom yeeaaaaaa sana çaaarı attıııım niiiiye ceeevaaaoop vermiyoaasuuaaaaan"

Bir sabah..

22 Aralık 2008 Pazartesi

Soğuk bir İstanbul günü ağır adımlarla deniz kıyısında yürüyüp düşünmekteyken, 

"Her şeyin zamanı var" 
dedim kendime.

"Olacağına varacak her şey günü gelince... Olacaklar seni mutlu edecek mi bilemem. Ama umudunu kaybetmek için bir sebep yok!"

Bir sabah...

Elbet bir sabah...

İyi olacağım, iyi olacaksın, iyi olacak, iyi olacağız...

Bu ay e-vren günlüğündeyim :)...

Bir süredir yazılarımın okunmasından, beğenilmesinden ne kadar mutlu olduğumu söyleyip duruyordum. Bu duygumu pekiştiren başka bir etken de yazılarını sürekli takip ettiğim ve en iyilerinden biri olduğunu düşündüğüm blogger arkadaşım Evren'in sitesinde bana da yer vermesi oldu. Bu ay, yani Aralık ayı misafir kalemi olarak sevgili Evren beni kendi mekanında ağırladı. Kendimi bana özel hissettiren arkadaşıma sonsuz teşekkürler...

"Nice Senelere Kayıp Şehrin Miniği...

Yeşildi kornası bisikletimin; lila rengi boyaları dökülmüş, alttan pası çıkmıştı. Sitedeki en eski ama en güzel bisikletlerden biriydi benimkisi. Düşmemek için kaybettiğim yarışlarda suç hep ona atılmıştı. Çocukluk yapbozumun en güzel parçasıydı. Sonra kötü eller kıskandı ve onu benden aldı. O günden beri pişmanım diyebilirim. Her zaman dört kat yukarı çıkarırken onu, birgün üşendim ve minik dostumun ısrarlarına rağmen apartmanda bıraktım. Hırsıza davetiye bu oluyormuş anlamış oldum. O gün onu son görüşümdü; bir daha başka bisiklet de almadım zaten.

Sitenin çocukları yarışlara bensiz devam ederken biz iki kardeş oyalanacak başka şeyler bulduk. Kapısını aşındırdığımız tesisatçı amca bütün artık boruları bize ayırır oldu. Şu ince su boruları var ya, işte onlar bizim yeni oyuncağımız oldu. Babamın da desteğiyle cephanelik ve sığınağa çevirdiğimiz evin garajı artık yeni mekanımızdı. Ben, kağıttan ok yapma görevini üstlenir; ağabeyim de boruları zararsız ama işlevli oyuncak silahlar haline getirirdi. Saatlerimizi, günlerimizi, hatta bütün yazımızı orada geçirir; yaz sonunda huzura kavuşmuş bir halde okulun yolunu tutardık.

Adapazarı zaten çok büyük bir yer olmadığından ve ev-okul arası mesafe de mümkün olduğunca kısa tutulduğundan okuldaki sınıf arkadaşlarımın çoğu aynı zamanda mahalle arkadaşlarımdı. Sene boyunca, yazın yaptığımız yarı yaramaz fakat son derece eğlenceli aktiviteleri birbirimize anlatırdık. Yaz döneminde yaşanan küslükler kokulu defter değiş tokuşuyla yerini sıcacık bir dostluğa bırakırdı. Gün sonunda minik dostumla barışmanın verdiği coşkuyla eve dönerken içimi inanılmaz bir huzur ve mutluluk kaplardı. Ne de olsa o kişi sizin en iyi oyun arkadaşınızdır; kırılamaz, üzülemez çünkü o üzülünce siz kahrolursunuz.

Hayatımın (en) güzelliklerini paylaştığım bu dönemin sonunu getiren bir gecede hayatımın en unutulmaz anılarına sahip olduğumu biliyorum." Yazımın devamını burada bulabilirsiniz...

Tekrar teşekkürler www.evrengunlugu.net

sLn de teşekkür etsin :)

21 Aralık 2008 Pazar

Kendimi ifade ederken konuşmaktan çok yazmayı tercih ettim hep, galiba yazmayı daha kolay bulduğumdan...

İşin en tuhaf tarafı kötü şeyleri değil de iyi şeyleri söylerken daha çok zorluk çektim yıllar boyunca.

Biliyorum ki insanlar okumaktan ziyade duymayı tercih ederlerdi pek çok şeyi ama beceremedim/beceremiyorum kolay kolay işte...

Karşıma alıp konuşamadığım insanlar vardı, söylemeyi beceremediğim sözler vardı, vardı da vardı. O yüzden aylar önce yazdıklarımı başkalarıyla da paylaşmaya karar vermiştim. Nereye kadar ulaşırdı söylediklerim, duymasını istediklerim duyar mıydı bilmeden başladım. Doğrusunu isterseniz hâlâ da çok emin değilim yazdıklarım gerçekten yazmayı istediklerim mi, ulaşmasını istediğim yerlerden duyuluyor mu sesim vs. vs.

Sonra da toplaştık işte ve ortaya mavi elmaları olan kırmızı bir ağaç çıktı!

Geçen akşam açıklama yazısı yazmamı istedi Dilara benden, "iyi, yazarım" dedim. Sonra baktım ki çıkmıyor hiçbir şey. Küçük çocuklar gibi panik oldum,
"Ama, ama ben ne yazacağım ya yazamam ki ben, acaba Dilara'ya ben yazamıyorum sen yazar mısın mı desem uff çıkmıyor bir şey yaa"

Sonra bir an durup düşündüm... Neredeyse 1o aydır paylaşıyorum yazdıklarımı birileriyle. Yazmaya başlarken düşündüğümden çok daha fazla insana ulaşıyor sesim. Birileri yazdıklarımı okunmaya değer buluyor, yorumlamaya değer buluyor. 1 paragraf için bu kadar panik olmama ne gerek var :)

Kim ne kadarını okuyor yazdıklarımın bilmem, kimin ne düşündüğünü de bilemem. Aslını sorarsanız deliler gibi bilmek isterdim kimlerin okuduğunu... Gerek yok şimdilik ne düşündüklerini bilmeye, okuyanların kim olduğunu bilsem kâfi :) Düşünceleri sonra alırız :)

Şu an bunları okuyan kişi belki çok yakın bir arkadaşımdır, belki sadece blog vasıtasıyla tanıdığım, ismini cismini bilmediğim ama hayatına dair pek çok ayrıntıyı bildiğim insanlardan biridir, belki çok uzun zamandır görmediğim bir dostumdur, belki x'tir, belki y'dir... Belki okuyorsundur zırvalarımı, bilemem ki :)

Her kimse artık işte okuyan, seviyorum seni be! (muhtemelen seviyorumdur diyelim yine de :p ) Bir yerlerde seni anlayan birilerinin olduğunu bilmek güzel...

Dün çok sevimli mesajlar alıp mutlu olduk, teşekkür etmek istedim her birine ayrı ayrı...

ve RedPharos'le e.d. size de teşekkürler tabii :))))

(Kafamı kurcalayan şeyler var şu an, blogla ilgisi yok tabi. Kelimelerimi idareli kullanmaya çalışıyorum, bu ara ihtiyacım olabilir kendilerine.. Stresliyim, heyecanlıyım, dokunsanız ağlayabilirim ya da deliler gibi gülmeye başlayabilirim... Midemdeki kelebekler dışarı çıkmak için her şeyi yapıyorlar şu an... Öyle bir ruh halinde ancak böyle bir teşekkür edebiliyorum.)

Haddini bil çok konuşma, yazacaksan yaz hadi...!

Aman da aman bıdı da bıdı hanimiş!!! Nidaları atarak blogumuza baktığım şu günlerde, bir hayli yoğun koordinatlarda olsak da öğrenci ahalisi olarak, pes etmemek gerektiğini öğrendik sanırım. Yazıldığı kadar okunuyor olmanın, tahmin edilmeyecek gözler tarafından da sadece bakıldığını değil gördüğünü hissetmek gibi telaşlandırıcı ve bir o kadar keyif verici bir his bu.

Seni görmüyorum ama anlattıklarımı anlıyorsun değil mi? hadi sen de anlatsana biraz!

Dünyayı kurtaran adamlar biz değiliz elbet, '' bu kadar abartmanın alemi ne canım susun artık'' diyebilirsiniz ama birşeyleri söylemek için bazen o anı beklemek gerekirya işte bu da farzedin ki benim anım :)İşaret fişeğini duydum bile. Kulak tırmalamaya niyetlensem de gerçekleştirmem olası değilken harflerden acısını çıkarmak daha yerinde bir davranış olur diye düşündüm. Açık açık yazmam ki hem ben, dolaylarımda dolaylarım farkında olmadan, bilmeyen anlamaz , sanırdım çoğu zaman...meğerse tahmin ettiğimden çokmuş sessizce sohbet ettiğimiz insan sayısı. Neden bilmiyorum sanırım hepinizi seviyorum...

nerde kalmıştık...

-Aman da aman hanimiş blogumuza...minik kırmızı ağacım benim. Daha dün gibi aklımda fidan halinle tomurcuk verdiğin o günler...

Sözün kısası; bir teşekkürü ben de
borç bilirim, pek teşekkürler.

Güzel bir duygu :)

20 Aralık 2008 Cumartesi

Bizim bi-log günün blogu olunca çocuğum sınıf birincisi olmuş gibi sevindim. Hoş o duyguyu da henüz bilemiyorum gerçi :P. Demek istediğim anası,babası ve kardeşi olan bir aile blogudur bu. Her birimiz kırmızı bir ağacın mavi elmalarıyız. Her birimizin farklı tadı, farklı zehirleri vardır :). Yeri gelir o zehri burada yeri gelir kendi bloglarımızda akıtırız.

İçimde ilk defa birşeyler yazma isteği uyandığında orta sondaydım. Depremden yeni çıkmıştık ve istanbula gelmiştik. Kendimi en ezik hissettiğim dönemlerden birinde yeni bir okula kayıt olmuştum. Bütün öğrenciler birbirini tanıyordu doğal olarak ben onların son senesinde aralarına katılmıştım. Müdürün beni dersin ortasında sınıfa aldığını hatırlıyorum. Millet uzaylı görmüş gibi bakmıştı ki anladığım kadarıyla o kadar da misafirperver değillerdi.

O gün kimse benimle konuşmadıydı. Her ne kadar bazı nedenlerden dolayı arkadaş edinmekte fazlasıyla zorlanıyor olsam da kimsenin arkadaş olmak için çaba sarfettiğini hatırlamıyorum. İlerleyen dönemlerde de genelde pasif ve içine kapanık bir birey olarak o son seneyi bitirdiydim. Bu dönemde de kimseyle konuşamadığım için sürekli yazardım. Rahatlamanın başka yolu yoktu çünkü.

Zaman geçti ben her sene biraz daha iyi hissetmeye başladım. Sonra farkettim ki en iyi asosyalken yazabiliyormuşum. Yazmaya devam ettim he ne kadar fazla depresif şeyler çıkmasa da ortaya yazdım, yazdım ve hala yazıyorum. İyi ki yazıyorum :). Şu an o zamankinden çok farklı bir ruh hali içerisindeyim tabii ki. Büyüdüm artık arkadaşlarım, çevrem değişti ve kendime güvenim geldi. Umarım gitmez :P.

Yazdıklarım okundukça daha bir yazasım geliyor. Yazdığım bloglar da değer görüp ödüllendirilince çok mutlu oluyorum. Grup halinde birşeyleri paylaşmak da inanılmaz mutluluk verici. O yüzden sevgili sLn ve e.d kişisine de teşekkürlerimi sunuyorum. Arkadaşlar iyi ki varsınız iyi ki yazıyoruz ya :).

Yazdıklarımıza bir değer verip okuyan diğer arkadaşlara da kendi adıma sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

...

Bu defa tebrikler hepimize!!! :)

Bu sene son...

19 Aralık 2008 Cuma

"4. sınıf çok rahat yaaa, hocalar son sene diye zorlamıyor, bırakmıyorlar kimseyi kolay kolay" cümlelerini söyleyen insanları tek tek bulup her bir harf için kendilerine 3 saat işkence yapmak istiyorum.


Çocukluğumdan beri dikkatimi çeken bir şey var. İlk ve orta okulda hangi okulda olursanız olun aşağı yukarı aynı şeylerle uğraşırsınız, lisede alan seçilir, meslek liseleri vs. vardır, ordan sonra değişmeye başlar gördüklerimiz, öğrendiklerimiz.

İlk ve orta okuldayken benden büyük olan herkesten benzer şeyler duyardım. Misal ben 3. sınıfta mıyım, diyalog şu: 
-ooo 3. sınıfta bir şey yok ki, sen gel bir de 5'i gör, 5 çok zor.
-Hıı öyle miiii

5'e geçtim, örnek olarak verdiğim hayali kişilik 7'de:
-X yaa sen 5 çok zor diyordun 5 zor değilmiş ki.
-5 zor mu, yok canım ne zoru, sen 7'ye bir gel de gör, o kadar zor ki. İngilizce yok bir kere 5'te ona şükret. Bütün renkleri ezberletiyor öğretmen. Bambaşka bir dil yaa ben nasıl öğreneyim.

7'ye geldim, hayali kişilik kaçta bilmiyorum çünkü hazırlık okumuş da olabilir okumamış da olabilir. Ama lisede olduğu kesin.

-Ben ingilizceden hep 100 alıyorum, zor değilmiş ki, sen zor demiştin X'cim.
-Orta okuldaki ingilizcede ne var sen liseye bir gel gör ingilizcenin ne kadar zor olduğunu.

Efendim lisede dil alanı seçtim, bahsi geçen hayali kişiliği uydururken esinlendiğim bütün kişilikler en fazla elementary seviyesine gelebilmişken ben okul açısından şanslı olduğum için upper intermediate'a varabildim lisedeyken. (şanslı olduğum için derken özel okul vs. değildi, bildiğiniz yabancı dil ağırlıklı lise. Hocalar açısından şanslıydım ben.) Yetmedi Almanca'yla boğuştum. Lise bitti, üniversitede kendimi Fransızcada buldum. Bu kez ne oldu bilir misiniz?
"Dil öğrenmek zor değil ki"

E anacım madem kolay öğrenseydin o vakit!?

Hazırlık okumadım, hiç sene kaybetmedim diye kendisiyle övünen arkadaşım ilk senesinde kazanamadı üniversiteyi, ben yine yetiştim ona. Okulunu bitirdi yüksek lisans için gereken puanı aldı sınavdan ama başlayamadı yüksek lisansa, neden bildiniz mi? Evet, evet dil öğrenmeye çalışıyor şu an başlayabilmek için! Sene kaybetme muhabbetine de oldum olası kızmışımdır zaten. Ben en baba kursta bile bana lisedeki kadar güzel ingilizce öğretebileceklerine inanmıyorum efendim. Ben o senemi kayıp değil her yönden kazanç olarak görüyorum, o yüzden "aa hazırlık okudun bir sene kaybettin" diyenlere her daim çıkışmışımdır zaten. Senelerimi dershanelerde, kurslarda geçirmedim en azından.

Konudan konuya atlıyorum yine.

Kendi yaptığını dünyanın en zor şeyi olarak anlatan, başkalarının yaptıklarını küçümseyerek kendini yüceltmeye çalışan insan evlatlarına hep uyuz olmuşumdur. Okulu bitirdikten sonra "aa son sene çok kolay geçiyor" diyenler de acaba bunlar mı, acaba "ben kolayca geçtim, sen zorlanıyorsun, ben zeka küpüyüm, sen azıcık salaksın galiba" mesajı mı vermek isterler acaba???

Son sene kolay falan değil efendim. Hocalar 4. sınıfın son senemiz olmaması için ellerinden geleni yapıyorlar.

Lisede de son sene hocalar çok rahat davranıyor derlerdi, lisedeki son senem gerçekten inanılmaz rahattı. ÖSS ya da YDS'ye yönelik işlerdik bütün dersleri. E zaten dil alanındayım, haftanın 4 günü 4'er saat, bir günü de 2 saat ingilizce dersim var. "Hocalar saçma sapan ödevler veriyorlar biz sınava gireceğiz çalışmamız gerek bunlar bizi nelerle uğraştırıyorlar" türünden serzenişlerim olmadı doğal olarak. Gerçi şikayet edecek yüzüm de yoktu, sınava hazırlandığım seneyi kitap okuyarak geçirdim çünkü. Dershanedeki ve okuldaki hocalarım orada test çözdürmeseler evde gidip muhtemelen çözmezdim. Okulda çözünce de iyice rahata veriyordum tabi, amaaan nasılsa okulda çözdüm diye :D

Bir öğrencinin hayatının en karmaşık olduğu sene normalde lise sondur, ben o seneyi rahat ve kaygısız geçirdiğim için acısı yeni çıkıyor herhalde :-/ Ya da lisedeyken beynimi okul dışında kurcalayan bir şey olmadığı için rahattım, bilemem.

Durmadan ödev hazırla, bir sonraki sene ne yapacağını düşün, hocalar canını sıksın, bir cinnet anında başladığın açık öğretimden 1o tane ders seni beklesin...

4.sınıf gerçekten sıkıntıymış! Lisedeyken "üniversiteden çıkmak üniversiteye girmekten daha zor" diyen herkese sevgilerimi sunuyorum. Haklıymışsınız be! Okul stresinin yanına bir de büyüme stresi ekleniyor. Hayat daha fazla yoruyor vs. vs.

Bitecek ama di mi :-/
Biter!
Bitmeli!

Dil öğrenmeyi oldum olası sevdim, edebiyatı, psikolojiyi de sevdim. Dilsel zekamın daha baskın olduğu aşikar. Öğrenmeyi istediğim diller listem vardı YDS'ye hazırlanırken. İngilizce ve Almanca zaten öğrenmeye başlamış olduğum için listeme dahil değildi. Yoksa ikisi de sevdiğim dillerdir.

O dönemki sıralamayı hatırlamıyorum ama listemde şunlar vardı: İspanyolca, İtalyanca, Rusça. Bir de arkadaşlarımla aramızdaki bir espri yüzünden listelerimize dahil edilmiş Urduca.

Üniversitede bunlardan birini okumak istiyordum. İngilizce, Almanca, İspanyolca, İtalyanca ve Rusça. Bir de kesinlikle gitmek istemediğim bölüm olarak yanına işaret koyduğum iki bölüm: Fransızca Öğretmenliği ve Fransız Dili Edebiyatı.

Asla "asla" dememek gerektiğini öğrendiğimiz gün yerleştirme sonuçlarının açıklandığı gün oldu :)
Okulum bitti bitecek, hâlâ aynı hisleri besliyorum Fransızca için. Değiştirmeye çalıştım, başaramadım :))

"Sevmesem bile başladım bari en iyi şekilde öğreneyim" dedim sık sık, ama öğreten insanlar isimlerinin başındaki sıfatlara rağmen öğretme konusunda çok başarılı olmadıkları için okulda öğrenmem imkansız onu biliyorum. Açık söyleyeyim kendim de herhangi bir çaba sarfetmedim. Daha doğrusu sarfetmemiştim, birkaç gündür kendimi zorlamaya çalışıyorum. Sanırım işim gücüm çok olduğu için zaman bulamayacağımı biliyorum, "ben kendimi geliştirmeye çalıştım ama öyle yoğundum ki zaman bulamadım" diye kendimi kandıracağım ileride, o yüzden böyle yoğun bir dönemi seçtim bunun için... 

Fransızca şarkı dinlemeye çalışıyorum, normalde dublajlı filmleri sevmem, hiç bilmediğim bir dil bile olsa kendi dilinde izlemeyi tercih ederim, ama Fransız filmiyse Türkçe dublaj seçeneğini tercih ederim. Bir süredir Fransız filmlerini de orijinal dilinde izlemeye çalışıyorum. Gülmeyin bu benim için büyük bir gelişme :D Hatta yakın zamanda Fransızca romanlar bile alırım bakarsınız kendime :p 

(pedagojik formasyon derslerine bayılan bir dil öğretmeni adayı olarak takdir edersiniz ki dil öğrenmek için neler yapmak gerekir sorusunun cevabını biliyorum, benim yaptığım şekilde olmayacağını da biliyorum :) Öğrencinin öğrenmeyi reddetmesi diye bir kavram vardır, öğrenci öğrendiği şeyi sevmezse o şeyi öğrenmeyi reddedebilir, ne yaparsanız yapın öğretemezsiniz. Bir öğrenci olarak öğrenmeyi yıllardır reddediyorum :-/ )

Konudan konuya atladığımız, anlatmayı planlamadığımız her şeyi anlattığımız, ama aklımızdan geçen hiçbir şeyi anlatamadığımız bir yazının daha sonuna geldik. Dünyanın en kötü kapak tasarımlarından birine sahip olan "Je voyage en français 3" isimli ders kitabını inceleme ödevimi yapmalıyım. Kolay gelsin bana.
Hepinizi seviyorum.

Sevgiler...

huzur kavanozu

17 Aralık 2008 Çarşamba

Rahatlama hissini bir süredir sırt çantamın diplerinde bir yerlerde unuttuğumu hissediyormuşum meğer. O his yanıbaşımda hep benimle ama üstüne o kadar çok şey yığmışım ki farkında olmadan bugün çantayı karıştırırken farkına vardım. Cam bir kavanozun içinde duruyordu ama ses çıkarmadan yerinde durduğu için farkına da varamadım tabi. Şanslıydım ki camı kırılmadan taşımayı başarmışım. altına bir kitap koyunca destek olarak olduğu yerde benim onu farketmemi beklemiş meğer. Kavanozu akşam saatlerine doğru bulup içinden bir parça kopardım, zor günlerim için geri kalanı saklamayı uygun buldum. Tabi bu süreçte kavanoza da bişey olursa kendimi affetmeyeceğemi biliyorum. Çıkarıp rafa da koyamıyorum... Sıkıcı hallerimi de diğer kavanoza attım...huzur dolu olan hemen yanıbaşındakinden rahatsız olup kendini bir şekilde bana hissettirmenin yolunu buldu neyseki. Şükür kavuşturuna. Şimdi sırada büyüklükleri itibariyle turşu kavanozları var :)

Tebrikler Pharos'a :))

16 Aralık 2008 Salı

Asker kardeşiyim artık ...

12 Aralık 2008 Cuma

Özür dileyerek gecikmeli postuma başlıyorum. Şu post terimi de pek hoş değil, kendimi avcı gibi hissediyorum ya neyse...

Efenim bayramı geride bıraktık. Acısıyla tatlısıyla öpülen elleri ve yenilen kavurmalıyla dopdolu geçen bu bayram içim biraz buruktu. Her ne kadar sevdiklerimle beraber hoşça vakit geçirsem de bayramın sonunda hayatımdaki en değerli iki erkeği askere uğurlayacaktım.
Bugün askerlik vesilesi ile evimiz en yakın akrabağlarımızla dolup taştı. Hala çok kalabalığız, herkes abimi uğurlamaya geldi. Geldiğimde o evde yoktu fakat bir süre sonra eve gelen abimi tanımakta epey güçlük çektim. Saçlar ve sakallar gitmiş karşımda 15 yaş haliyle duruyordu :). Birden çocukluk anıları açıldı, ne alaka demeyin valla çok benziyor o hallerine :P.

Yarın hem abimi hem de biricik sevgilimi uğurluyorum. İçim felaket buruk kalbim parçalandı. Onları ne kadar özleyeceğimi tahmin bile edemiyorum. Bugün sevgilimle de askerlik öncesi son defa görüştüm. Ayrılmak baya zor oldu :(. Neyse canım sıkkın hala burada keseceğim fazla uzatmadan.

Tüm askerlere hayırlı tezkereler diliyorum ve geçmiş bayramınız kutlu olsun.

Sinirlenince çok güzel oluyorsun!

11 Aralık 2008 Perşembe

Beni yollarda rezil etmiş karikatürlerden birini paylaşmak istedim bugün :)
Karikatür insanı yollarda nasıl rezil eder?
sLn kişisi vapurun gelmesini beklerken iskelede, vapurda, otobüste vs. okur mizah dergilerini. O sırada çok komik bir şeye denk geldiğinde kendini tutamaz ve güler :D Etrafındaki insanların bir kısmı anlayışla yaklaşır bakar güler sadece, geneli yaşlı teyzelerden oluşan başka bir kısmıysa "anaaaam kız manyaaaak"bakışları atar.
Olsun.
Alışkınım :)

Hatırladık mı? -2-

9 Aralık 2008 Salı

Devam ediyoruz :)

Kocaman walkmanleri hatırladık, peki tasoları hatırladık mı :))

Kocaman bir poşet dolusu tasom vardı, sonra annem onları çaktırmadan çöpe attı tabi. Şu yaşıma geldim, hâlâ aklıma geldikçe "zaten tasolarımı da çöpe atmıştın sen" derim.

Daha sonra verilen Pokemon tasolarını da toplamıştık. Amaç oyun oynamak falan değil. Erkek çocuklarının tasoları birbirine vura vura oyun oynamalarını pek anlamazdım zaten. Biz kız çocukları, ilk günkü gibi korumaya özen gösterirdik. Üzerinde tek bir çizik bile olmadan :)

Bir dönem günde 3 tane orta boy cipsi tek başıma yediğimi biliyorum. Bütün derdim taso tabi. Küçük boylardan da çıkıyor ama büyüklerinden iki tane çıkıyordu bazen. Biz de deli gibi büyüklere saldırıyorduk.

Günde 3 orta boy cips tüketen mahallenin kızları taso sevdası yüzünden minik filler haline gelmişlerdi. Takdir edersiniz ki tek başına yenmiyor, yanında bir de kola içiyoruz. Bir dönem topluca şiştiğimizi iyi hatırlıyorum. Canımız çıktı o kiloları verene kadar. 

O feci kilolu halimden kurtuldum, tasolarımın hepsini annem attı, o günlerden bana kalan tek şey cipsle aramın bozulması oldu.

Bazen ayda bir canım cips ister, alır yerim, bazen araları daha da seyrekleşir. Sanırım tasoların faydası diyebilirim bu durum için :))

kim ne derse desin, desin, sen benimsin ben de senin :)

8 Aralık 2008 Pazartesi


Benim bayramım dünden başladı aslında.


İzlerken en çok eğlendiğimiz oyunu izlemeye gittik 3. kez. En son izleyişimizde hava muhalefetinden dolayı koltuklar epey boştu. Biletler satılmıştı tabi, çıkar çıkmaz bitiyor zaten. Ama gelemeyenler vardı.

Bu kez salonda tek bir boş koltuk yoktu, ayrıca salondaki bütün boşluklar da sandalyelerle doldurulmuştu. En son böyle bir kalabalığı Harbiye'de görmüş bir insan olarak çok mutlu oldum!

Kesilmeyen alkışlar yüzünden oyuna zaman zaman ara vermek zorunda kaldılar. Biz alkışladık, onlar selam verdi, oyun devam etti.

Hatta bir şarkıdan sonra öyle çok alkışlandı ki, normalde oyuna devam edecekken, Zihni Göktay orkestraya işaret etti, bir daha şarkı söylediler. (Her saniyeyi ezbere biliyorum efendim, o sahnede şarkı iki kez söylenmiyor normalde :) zaten diğer oyuncular da şaşırdı :) )

Her zamanki gibi salonun en sinir bozucu insanları benim önümde oturuyorlardı. "Zıt kutuplar birbirini çeker, birbirine benzemeyen insanlar mutlu olur" zırvalarının koskoca bir yalan olduğunu bir kez daha gördüm dün. Oyunu izlemek isteyen bir hatun kişisi, sürekli mızmızlanan, "beni niye tiyatroya getirdin, uff 3 saat burda mı oturacağız" diye sızlanan bir erkek kişisi... Kendimi kızın yerine koymaya çalıştım da, günü muhtemelen karakolda bitirirdik, durduk yere katil olurdum o 3 saatin sonunda. (Allahım, hayatımdaki fonksiyonlarının ne olduğunun önemi yok, böyle insanlardan koru beni. Amin)

İnsan ister arkadaş olsun, ister sevgili olsun kendisine benzeyen insanı ister, onunla bir arada olmaktan keyif alır, zıtlıklar ilk bir iki ay eğlenceli gelebilir belki ama sonunda bir taraf diğerini öldürebilir. Yanınızdakine göre şekil değiştirebilen bir insansanız, (hani şu erkek arkadaşı seviyor diye futbol seviyormuş gibi yapan kızlar vardır ya, onun gibi) bir derece mutlu olabilirsiniz belki. Ama karşıdaki onu etkilemek için numara yaptığınızı fark ettiğinde ne hisseder bilmem.

Ya da nereye kadar başkalarının zevklerine uyum sağlamaya devam edebilirsiniz? 

Özetle diyeceğim şudur ki, bana benzemeyen arkadaşlarım olmuştur, olacaktır, bana benziyormuş gibi numara yapan komik arkadaşlarım da olmuştur, kendilerine yol verilmiştir. Zevklerimizin benzer ya da aynı olduğu insanlar maça 1-0 önde başlarlar, yerleri de hep ayrı kalır. Böyledir, ne yapayım :)) (hep diyorum ya tanıdığım bazı insanlar beklentilerimi çok yükseltti, hâyâlini kurduğum insanların var olduğunu biliyorum artık, diğerlerinden şikayet edişim bundan diye..)

Neyse oyuna dönüyorum.
Keyifli demek yetersiz kalıyor, rüya gibi bir gündü!

Önümdeki gerizekalı oğlan kişisi kızın bütün keyfini zaten kaçırmıştı, oyun daha bitmeden kolundan çeke çeke dışarı çıkararak terbiye show yaptı salona. Tek negatif enerji kaynağı dışarı çıkınca içerideki oksijen bile arttı tabi! Gerçi oyun bitmeden çıkması mı daha büyük terbiyesizlik, kız arkadaşını kolundan çeke çeke dışarı çıkarması mı, yoksa oyun sırasında cep telefonuyla konuşması mı karar veremedim! Tiyatro kültürü diye bir şey vardır, maalesef herkeste yoktur tabi bu kültür.

sLn önündeki tipleri ilk başta normal sanmıştır, en öndeki beyaz takım elbiseli erkek kişisiyle, kolunu kırıp dirsek kıvrımında çantasını taşıyan, tikky bozması kız için "bunlar ne bee" demiştir. Ama sonra insanları dış görünüşlerine göre yargılamamak gerektiğini bir kez daha görmüştür. Zira en ön taraftaki tikkycan görüntülüler tiyatroda nasıl davranılacağını bilen insanlardır ama ön sıradaki normal görünüşlü insan, bırakın tiyatroda nasıl davranacağını, normal hayatta bile nasıl davranacağını bilmemektedir. Oyunu izlemek isteyen kız arkadaşına huzur vermemesi, sürekli çıkalım diye beynini yemesi, o kadar insanın ortasında gereğinden fazla samimi hareketlere girmesi, (yaklaşık 700 kişinin ortasında kıza yapışıp iğrenç sesler çıkararak öpmenin mantığını bana kim açıklayabilir?) en son da kolundan çekerek dışarı çıkarması bu tezimi kanıtlamaktadır.

Yanımda oturan yaşlı teyze, kızı ve benim yaşlarımdaki torunuyla gelmişti izlemeye. Elinde bastonuyla yürüyen teyze dakikalarca ayakta alkışladı! Bir ara alkışlamayı bırakıp teyzeye sarılmayı istedim, ama beni manyak sanmasından korktum :))

Oyundan hem oyuncular hem izleyiciler mutlu ayrıldı. Bayram tatilimin en güzel günüydü, daha iyisini hâyâl bile edemiyorum.. (tatilin tüm hareketi oydu zaten, geri kalan günlerde bir ilginçlik beklemiyorum.)

gece gündüz kalbimdesin
sen benimsin ben de senin
kim ne derse desin, desin
sen benimsin ben de senin
diye şarkı söylüyoruz dünden beri :))

(başlığa bakıp sLn'in aşk hayatını anlattığını sananlar, ardından da hâyâl kırıklığına uğrayanlar varsa kusura bakmasınlar :)) )

gelmese mi bayramı(?)

Sevip sevmediğime hâlâ karar veremediğim Kurban Bayramı yine görevini bu yıla da devretti, takvimler, sayılar düzeninden kopup hayata karıştı. Kimilerimiz kapı eşiğinde heyecanla bekliyor, sebepler farklı farklı..kimimiz bayram işte klasik bir hal almıştır o yüzden geçer gider havasında yaşıyor, kimisi çocukluk bayramlarını anımsayıp çocuktuk çünkü diyor...vs

Kurban bayramının sebebini sevip görüntüsüne dayanamayanlardan biriyim sanırım. Her şeyi bir sebebi vardan yola çıkarak vardığım nokta beni düşündürerek sevindiriyor ama uygulama biçimleri arasında sıkışıp kalıyorum. İyi niyetler çerçevesine sokup geniş açılı bakmaya bile çalışıyorum ama oturmayan köşeler hep var. Ezbere yapılan işlerden uzak olmasını diliyorum bu bayramın. Gülümseyen insanların çokluğunun nicedir dikkatimizi çekmediği bir bayram olur bu s efer ki belki...

Bayram sabahı çocukluğunda uyandırılıp artık kendi istediği saatte uyananlardansanız, kalktığınızda evinizde bir telaş yoksa, zilinizi üst katı sormak için çalan yabancı simalar varsa, bayramın ilk gününü tatilin ilk günü olarak tanımlamışsanız....Bayram biraz sizden uzak gibi gelir...Ama ziyaret edeceğiniz ve gördüğünüze mutlu olacağınız insanları hâlâ görebiliyorsanız, kucaklayabiliyorsanız, ilerisi için hâlâ umut varsa mutluluk için bugünün bayram olma nedenininden daha çok güzel neden aklınıza düşer :) iyi bir bayram olur elbet istedikten sonra...

Hepinize iyi bayramlar, kucak dolusu şekerler :)

İyi bayramlar!

7 Aralık 2008 Pazar

Yine bayram geldi..

Kurban Bayramı hiçbir zaman Ramazan Bayramı kadar önemli olmamıştır benim için, neden bilmem.
Yine de bayramdır, bayramlar eskilerin hep dediği gibi bir araya gelme zamanlarıdır, dargınlıkları, kırgınlıkları unutma zamanlarıdır. Sevgi pıtırcığı olma zamanlarıdır yani :)

Sevgi pıtırcığı olalım bu bayram topluca :)

Geçen bayram sinirlenip "ben de herkese aynı mesajı göndereceğim bu kez" demiştim, ama bu bayram yapmayayım mesela di mi :)
İnsanlara değer veriyorsam bunu onların da bilmeye hakkı var!

Ha sabah sinirlenip "iyi bayramlar" yazar yollar mıyım herkese?
Mümkün tabi.

Hani bayramlar insanların bir arada olma zamanları ya, o yüzden en güzel bayram temennisi şuymuş gibi geliyor:  

"yanınızda kimi ya da kimleri görmeyi arzuluyorsanız onlarla olun" 

Her kimse yanıbaşınızda görmeyi istediğiniz, o sizinle olsun!
Özlediğimiz/özlediğiniz o eski bayramlar tadında 4 gün geçirin dilerim.

Hatta hayatınıza beklediğiniz yenilikler gelsin bu 4 gün içinde de, geri kalan tüm günleriniz güzel geçsin. Sadece 4 günlük dilek olmaz :)

Bu ara gel-gitlerim yoğunlaşmış durumda, arada umut dolu bir insan oluyorum ve her an muhteşem bir şey olabilecekmiş gibi tuhaf bir heyecan kaplıyor içimi. Umarım boş bir duygu değildir bu. Mümkünse bu 4 gün içinde gerçekleşsin her neyse o güzel şey :)) (ne olduğu konusunda zerre kadar fikrim yok, ama bazen durduk yere tuhaf bir his kaplar insanın içini, çok güzel bir şey olacakmış gibi... İşte o his benimki.)

Mümkünse çocuklar elinizi öpmesin, siz de kendinizi yaşlanmış hissetmeyin, harçlık falan da beklemesinler.

Tatlıyı şekeri fazla kaçırıp mideleri bozmayalım.

Şu ana dek geçirdiğiniz bütün bayramların toplamından bile güzel bir bayram olsun!

İyi bayramlar ağacımızın sevimli misafirleri!

Şuraya kadar okuyan güzel insan, kimsin bilmiyorum ama muhteşem bir bayram geçirirsin dilerim!

Sevgiler...

Hatırladık mı?

5 Aralık 2008 Cuma

13 yaşındaki kardeşim fotoğrafı görünce "bu ne bee" dedi, ipodlar, parmak kadar mp3 playerlar yoktu tabi biz gençken.. Çantamızda kasetler taşıdığımız, radyodan şarkı kaydetmeye çalıştığımız günler vardı, kabus gibi :s

Tam geçiş dönemine denk gelmiş bir nesiliz galiba. Takoz büyüklüğünde walkmanleri de gördük, minicik ipodları da :)) Teknolojinin bir anda bu derece değişmesine uyum sağlayabilmiş olmamız da ayrıca övünülecek bir şey :p

okuldan nefret etme sebepleri no bilmem kaç

3 Aralık 2008 Çarşamba

Yarın 14.30'da "Hasta Ruh" Alpay Erdem bizim okulda olacak. Ben de o arada Füsun hocanın dersinde ödevleri nasıl hazırlayacağımı dinliyor olacağım. Bir de teslim edilecek yıllık planlar var tabi. Yok yok isyan falan etmiyorum, hatta gayet mutluyum tabi neden olmayayım. Bayılırım ben Füsun hocamın derslerine, öğretmen olmayı istemeyen bir insan olarak kitap incelemeye de plan hazırlamaya da bayılırım zaten. 





Ağlayabilir miyim????

Huy tası

Elimde kocaman bir elek var sanki. Birden bire açılan mutfak çekmecesinde tam da kepçeyi almak için uzanırken elek ile kalıyorum olduğum yerde.

Mutfak çekmecesinde hamur kalıpları da var. Kalp, çiçek, kelebek şeklinde bir yığın kalıp.Huy tasının önünde bir an tereddüt ediyorum, hangisini seçmeliyim diye. Önümde duran unu elesem mi yoksa hiç elemeden malzemeleri katıp bir hamur mu yapsam, bilemedim. Kalıplarla şekil versem avuçlarımda yuvarlasam daha mı kolay.

Un-kalıplar ve elek üçlüsüne saatlerce bakıyorum bakıyorum bakıyorum...

Bir zil sesi ve kendime geliyorum. Paketlenmiş insanlarda indirim yapmışlar, onların broşürleri bırakılmış kapıya. Paketlenmiş hazır insanlar, boy boy, renk renk...Garip! Üstelik neredeyse hepsi bir yetişkin yaşını alacak kadar eski tarihte üretilmiş.

Önlüğü çıkarıp huy tasını bir kenara bırakıyorum. Emek vermek anlamsız hale geliyor. Markete koşuyorum!


Ruh ikizi...

2 Aralık 2008 Salı

Keyifsizken, sinirliyken vs. "insanın içini ısıtan türden" şeyler çıkıyor ya karşıma, işte buna bayılıyorum! Özellikle seçiyorlar sanki zamanını...


Bakın az önce okuduğum bir hikayecik..

O yıl New York´ta kış, Nisan´ın sonuna kadar uzamıştı. Kör olduğum ve yalnız yaşadığım için çoğunlukla evde kalmayı yeğledim.

Sonunda bir gün soğuk hava gitti, bahar kendini gösterdi. Hava coşkulu bir kokuyla dolmuştu. Arka bahçeye bakan pencerenin önünde küçük, neşeli bir kuş devamlı cıvıldıyor, sanki beni dışarıya çağırıyordu. 

Nisan ayının değişken havasını bildiğimden kışlık mantoma sarıldım. Fakat havanın ılıklığını içimde hissedince, yün kaşkolumu, şapka ve eldivenlerimi bıraktım. Üç çatallı bastonumu alıp neşeyle sundurmaya çıktım ve kaldırımın yolunu tuttum. 

Yüzümü güneşe doğru kaldırıp, onu selamlayan bir gülümseme sundum.

Sessiz çıkmaz sokağımızda yürürken kapı komşum ´Merhaba´ diyerek seslendi ve gideceğim yere götürmeyi teklif etti:

´Hayır, teşekkür ederim. Şu bacaklar bütün kış dinlendi. Eklemlerimin harekete ihtiyacı var. Bu yüzden yürüyeceğim´ diye cevap verdim. 

Köşeye vardığımda alışkanlıkla durdum. Birinin gelip yeşil ışık yandığında beni karşıya geçirmesini bekledim. Nedense bu sefer, öncekilere göre daha uzun süre beklemiştim ve hâlâ hiç kimse teklifte bulunmamıştı.

Sabırla beklerken, eskiden hatırladığım bir melodiyi mırıldandımÿÿ; çocukken öğrendiğim ´Hoş geldin bahar...´ şarkısıydı.

Birden güçlü bir erkek sesi konuştu: ´Sesinizden çok neşeli bir insan olduğunuzu hissettim. Sizinle caddeyi birlikte geçme şerefini bağışlar mısınız bana?´ 

Kibarlıkla iltifat görünce gülerek başımı salladım ve duyulabilir bir sesle ´Evet´ dedim.

Kibarca koluma girdi ve birlikte kaldırımdan yola indik. Yavaşça yolun karşısına geçerken, konuşulabilecek en iyi konudan, havadan konuştuk. 

Adımlarımızı birlikte atarken hangimiz rehber, hangimiz yardım alıyor, belli olmuyordu. Yolun karşısına varmamıza az kala ışığın değiştiğini anlatırcasına kornalar sabırsızca çalınmaya başladı. Kaldırıma çıkmak için birkaç çabuk adım daha attık. 

Ona dönüp, bana eşlik ettiği için teşekkür etmek üzere ağzımı açmıştım ki, ben daha bir şey söylemeden o konuştu:´Bilmem farkında misiniz? Sizin gibi neşeli bir insanla karşıya geçmek benim gibi bir kör için ne kadar muhteşem bir şey...´ 

O bahar gününü hiç unutmayacağım.


CHARLOTTE WECHLER


Bazen evrende kendimizi en yalnız hissettiğimizde, sıkıntımızı atlatmak ve farklılığımızı ve yalnızlığımızı hafifletmek için Tanrı bize, aynadaki aksimiz gibi bir ikiz gönderir.´