sen harekete geçmeden, harekete geçmesini istediğin çok az şey görevini yerine getiriyor. Diğer bir deyişle ağlamayan çocuğa kimse mama vermiyor !
Ben de ağlamaya karar verdim. Sorup soruşturdum...
-hani beni kurabiyelerinizle birlikte mutlu bir hayata alacaktınız? dedim...
cevap geldi...(parantez içindeki tepkiler ''telaşlanmayın'' tadındaydı)
Beklemede kalın, hani yapabilirsek, oldurabilirsek pek tabi; zaman zaman.
Elmadan bir ısırık alıp kaçmak olmaz. Madem ki elma sepeti konuldu önüme, ben de bir elmayı gözüme kestirdim, elimi çabuk tutsam hiç fena olmayacak. Gördüm ki sepeti farkeden elma severlerin sayısı artıyor.
(bahsi geçen elma= bir nevi geleceğe dair ideal meslek)
alo, benim bir hayalim vardı?
31 Ekim 2008 Cuma
gizli gizli :)
29 Ekim 2008 Çarşamba
Hepimiz hayatımızın bir döneminde muhakkak tuhaf şeyler yapmışızdır di mi? Zaten aşık olduğunda, ya da aşık olmak demeyelim de birinden biraz da olsa hoşlandığında abuk sabuk davranmaya başlamaz mı insan.. Kaç yaşına kadar abuk sabuk davranılır bilmiyorum, son vukuatım abuk sabuk davranmaktan ziyade mutlu anlarda pozitifliğin, mutsuz anlarda da depresifliğin dibine vurmak şeklinde idi. (hâlâ öyle değil mi zaten..)
Şahsi kanaatim
Gönderen Selin zaman: 12:07 1 yorum
Etiketler: karikatür, sLn, Yiğit özgür
Bir engel gelir, bir engel kalkar
28 Ekim 2008 Salı
Birileri girmeme izin verdi sonunda şükür. Kaç gündür blogumuzun yüzünü göremiyordum. Zaten bilgisayarıma da birileri girişi engellemiş bir kaç gündür sorunlu,bana inat açıılmamakta direniyor.
Neyse ki şu an buradayım. Günlerdir yazmaktan uzak bir halde elim kaleme gitmeden, kelimeleri toparlayamadan, dikkatsizlik halinde sürünüyorum.Havalar da bozuk,evden çıkasım yok. Önümüzdeki bir ay boyunca, yani abartısız dört hafta hergün bir sınavım olacak. Bunun bilincinde olmama rağmen ben oturmuş dizi izleyip boş boş yayılıyorum.
Hayatımın gelecekteki kısmı bir kaç gün öncesine kadar belirsizdi. Yavaş yavaş şekil almaya başladığını söyleyebilirm. Uzaktan öyle görünüyor ki buralardan ayrılıp gerçek anlamda "uzak" olan başka bir dünyaya gideceğim. Her ne kadar bunun gerçekleşecek olmasından emin olmasam bile ihtimalin yüksekliği beni olacakları düşünmeye itiyor. Şimdiden bunların endişesi,hüzünlü ve mutlu stresi başladı diyebilirim.
Bir süredir yazamadığım için yaptığım kısa bir açılış girdisi olacaktı bu. Fazla uzatmadan öyle bırakayım. İleride herşey netleşince olanlardan ve olacaklardan bahsedeceğim.
Planların doğru gerçekleşmesi umuduyla hoşçakalın :P...
Basın açıklaması :))
Pharosumuz bloglara henüz erişemiyor.
Bu kişiye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir!
26 Ekim 2008 Pazar
25 Ekim 2008 Cumartesi
İnsanda yazma isteği falan bırakmıyor bunlar!?
şişe kulesi
23 Ekim 2008 Perşembe
Okul kantininde Füsunlu işkence dakikalarının gelmesini bekleyen boş insanlar nelerle uğraşır?
Tabi nereye kadar bunlar böyle durabilir ki? Durmaz efendim nasıl dursun...
Gönderen Selin zaman: 22:02 0 yorum
Etiketler: marmara üniversitesi, sLn
Beni üzer mi bu şarkı?
22 Ekim 2008 Çarşamba
Üzen, yani nam-ı diğer hüzünlü şarkılar genel olarak büyük çapta tutulan şarkılar olurlar. Anıları canlandırması gibi bir meziyetleri vardır, algısı eskiden yana hala açık olanlar için. Eskiye dair görmezden duymazdan gelmek her yiğidin harcı değildir biliriz çoğumuz. Sonra anıları öyle sade bırakmayı da pek başaramayız genellikle şarkılar eşlik eder akıldan geçen görüntülere. Bunu neden yaparız? Önce görüntü sonra ses mi gelir yoksa sesi duyunca mı uyanır tüm görüntüler...Biraz karışık burdan bakıldığında.
Her ne kadar renkli anlara şahit olabilen şarkılar mevcut olsa da konumuz acı verenleriyle ilgili.
Balkonda oturuken bir yerlerden Candan Erçetin şarkısı duymak bana annemi hatırlatır hep ben o yüzden Candan Erçetini pek yüzüm gülerek dinleyemem. Sonra güzel görüntüler kollarını açıp, koşarak uzaklardan gelir ve hemen ciddi anlamda acıtan anları kucaklar ve geriye itmeye çalışır. Önce ''güzel olanları hatırlaman gerek'' sloganıyla.
Sonra aklıma Sertap Erener gelir. Üstünden zaman geçince komikler grubuna ayrılan ama yaşadığın anda içini çok acıtan yaralar aklına gelip yerleşir çaktırmadan.
Bunlar ilk akla gelenler tabi durumun rehaveti oldukça fazla. Liste böyle uzayıp gider. Acı çektirir sana o şarkılar ama listenden kaldırmaya cesaretin yoktur çoğu zaman.
Sarıp sarıp sarmalarsın...sandıklarda saklayıp günü gelir cam vitrinlere bile koyarsın...
İstemediğin ot...
21 Ekim 2008 Salı
İstemediğin ot dibinde bitermiş.
Gönderen Selin zaman: 20:19 2 yorum
Etiketler: günlük hayat, sLn
Polonya anıları devam...
19 Ekim 2008 Pazar
Bir önceki yazımda Krakow'daki anılarımdan bahsetmiştim. Oradan birkaç foto paylaşmak isterdim ama Krakow'da malesef fazla fotom yok. Polonya'nın genelinden bir kaç fotoyu paylaşacağım:) (İstek üzerinedir. Gezdim gördüm gösteriyorumcu değilim O_o. Öyle gibi görünse de...)
Şöyle başlayalım;
ilk foto Krakow'dan... Elimde fazla foto olmadığını söylemiştim o yüzden elimdekiyle idare edin:) Krakow meydan..(old town).
Yukarıdaki iki foto ise Varşova'dan. İlkinde gene old town'da ben.
Bu sefer Polonya'nın merkezine doğru iniyoruz bu sefer ismini unuttuğum bir kasabada göl kenarında bir evdeyiz bir haftalığına.Bölgedeki evlerin tamamı ağaç ev ve çoğunluk çatılar neredeyse yere kadar iniyor. Cennetten bir köşe işte buyrun fotolar;
Son olarak Zakopane adı verilen dağllık bölgede hatta ve hatta dağın tepesinde bir otelde kalıyoruz. Buradaki anılarım Krakow'dakiler kadar unutlmaz ve yaşanılacak cinsten.
Bu yukarıdaki iki foto tatilimin en güzel günlerinden 4ünü geçirdiğim yerlerin fotoları:).
ilk yer Zakopane'de kaldığımız otel. Bomboştu biz ikinci müşteriydik ve bu yer dağın en tepesinde, etrafında yapı yok ve muhteşem bir manzaraya sahip (özellikle geceleri).
alttaki mekan ise otelimize bir kaç adım uzaklıkltaki yerel pub. Ah ahh nasıl da hatırladım şimdi...
Kaldığımız yerde turist pek yoktu. Genellikler yerel halk ve kafa dinlemeye gelen ortayaş üstü insanlar vardı. Her sabah kahvaltıdan sonra uzunca bir yürüyüşe çıkar öğlene doğru otelimize döner iyi bir uyku çekip akşam üstü balkonda otururduk. Müzik dinleyip birşeyler yudumladıktan sonra gecenin ortaya çıkardığı muhteşem gökyüzünü beklerdik. Saat gece 22.00 olduğunda bu bahsettiğim pub'a gider biralarını yudumlayıp yöresel müziklerle dans eden insanların arasına katılırdık. Neredeyse hayatımda gördüğüm en neşeli insanladı:). Yaşlı genç farketmez herkes biraları elinde bağıra bağıra muhabbet eder,muhabbet sessizliğe geçtiğinde de müzik açılır dans ederlerdi. Gece yaklaşık 02.30'a kadar süren bu rutin eğlenceye daha önce de bahsettiğim o muhteşem gök yüzü eşlik ederdi.
Aslında orası sevgiliyle gidilip romantizm yapılacak mekanlar arasında baş sırayı çekiyor kanımca. Fakat şartlar öyle el verdiğinden sevgili dostumla yalnızları oynadık:). Huzurun,neşenin ve hüznün tadını o şekilde de alabildiğimizden, sevdiğin biriyle orada geçireceğin zamanın tadını düşünemiyorum bile.
Polonya'ya tekrar gitmek istiyorum. Yalnız,grupla,sevgiliyle,dostla farketmez. Ama tadı hala damağımda... Gdansk ziyaretimden de daha sonra bahsederim artık bugünlük bu kadar yeter..:)
Umarım birgün sevilenle beraber herkes aynı duyguları yaşar...
bebek mavisi
18 Ekim 2008 Cumartesi
Geçtiğimiz günlerden birinde bir arkadaşımla Kadıköy'de yürüyoruz. O sırada karşıdan nşa teyze diyeceğimiz yaşlarda birinin geldiğini gördük. Yaş olarak 5o-6o civarı diyebilirim size...
Gönderen Selin zaman: 12:48 2 yorum
Etiketler: günlük hayat, sLn
Bir rüyaydı, geçti ve bitti.
15 Ekim 2008 Çarşamba
İki sene öncesinde bir cumartesi akşamı... Saat 23.00...
Panayır alanını andıran, insanların son derece dertsiz göründüğü, sorunların barınmadığı bir meydan düşünün. Hemen hemen bütün insanlar alkollü fakat sapıtan,sataşan yok. Herkes gülüyor,eğleniyor. Saatli kulenin karşısındaki sokakta üç genç müziklerini yapıyor. Etrafında insanlar toplanmış pür dikkat onlar izliyor. Diğer bir köşede iki sevgili yanak yanağa poz vermiş,yüzlerinde uzun zamandır orada oturduklarını az çok belli eden bir ifadeyle orta yaşlı sanatçı amcamıza poz veriyor. Heryer ışıl ışıl,gözlerimiz kamaşıyor.
Ben ve arkadaşım havanın güzelliğine ve ortamın ahengine kendimizi kaptırmış yürüyoruz. Sürekli en son ne zaman bu kadar huzurlu ve mutlu olduğumu düşünüyorum. İşte, o "hiç bitmesin" dediğim anlardan biri daha. Geçiyor fakat durduramıyorum.
Çok yakın olmadığını düşündüğümüz fakat çok da uzak olması imkansız olan biryerden insanın uçmasını kolaylaştıracak bir piyano sesi geliyor. Çok buğulu bir şekilde kulağıma kadar gelen diğer melodilerin seslerini de tek tek duyuyorum. Farkında olmadan oraya yürüdüğümüzü anlıyoruz. Birbirimize bakıp, aynı şeyleri düşündüğümüzü farkederek arkadaşımla gülüşüyoruz.
Tek kelime etmeden geldiğimiz o yolda insanların ne kadar mutlu olduğunu görmek beni birkez daha şaşırtıyor. Kendi hissettiğim huzuru da düşünerek bunun orada normal olduğunu anlıyorum.
Ses gittikçe netleşiyor. Belli ki ileride bir yerde konser var. Hemen içecek soğuk birşeyler kapıp konser alanına gidiyoruz. Vardığımızda başka bir büyülü atmosfer bizi karşılıyor. İnsanlar yerde oturmuş,kendinden geçmiş ve sanki dünyada değillermişçesine sahnedeki jazz grubunun müziğini dinliyorlar. Sahnede genç bir piyanist solo atıyor, trionun diğer orta yaş üstü elemanları da müziği tamamlıyorlar.
Saatin 03.00'a yaklaştığını farkettiğimde ürperdiğimi hissediyorum. Hava serinlemiş olmasına rağmen konserlerin ve eğlencenin sabaha kadar devam ettiğini öğreniyorum.
Oradan kalkıp oturacak kapalı bir mekan aramaya karar veriyoruz. Geldiğimiz yolu yavaş yavaş geri dönerken alkolün etkisiyle birbirlernin üstüne sızıp uyuya kalan gençleri gözlemliyorum. Birbirlerine sıkıca sarılmış bir halde yatarlarken hepsinin oranın yabancısı olduğu belli oluyor.
Ara sokaklardan birine dalıyoruz. Pawel,iki binanın arasında ufak bir yer farkediyor. Yürümekten yorulmuş olduğumdan kabul ediyorum ve içeri giriyoruz. Taştan duvarlara sürterek merdivenlerden aşşağıya indikçe yerin altında başka bir müzik ziyafeti çekildiğini hemen anlıyorum. Bu sefer kapalı,ufak, her tarafı taşduvarlarla çevirli olan ve küçük bir mağara oyuntusunu andıran bu ufacık mekanda 2. masa olarak yer alıyoruz.
Saat yavaş yavaş 04.oo'a geliyor. Bu minik mekanın uç tarafında bulunan ufacık bir sahne bütün duyulan müziğin başlangıç yeri oluyor.
Bu sefer elinde saksafonuyla sahneye çıkan ve mekanın sahibi olduğunu öğrendiğim cazcı amca muhteşem bir solo atıyor. O saatte, öyle bir mekanda duyulmak istenecek en güzel ses kulaklarımmı okşuyor. Bu sefer oradan hiç kalkasım yok,mümkün olsa evimden uzak olduğum her saniyeyi orada geçireceğim.
Gözüm sahneden kayıp Pawel'a gidiyor. Beni farketmesinin imkansız olduğunu görüyorum çünkü onun da gözler kapalı, kafası müziğe tempo tutmuş sallanıyor.
1.5 saat sonra, sabah 6'ya doğru oradan ayrılıp otelimize gidiyoruz. Fakat ben kendimi o kadar kaptırmışım ki son derece yorgun olmama rağmen kalkmak istemiyorum.
Krakov'da geçirdiğim üç gecemde de o mekandaydım. Birdaha fırsatım olursa gene orada olacağım. Hayatım'ın belki de en güzel anlarından birkaçını geçirdiğim yerleri o kadar özledim ki... Şimdi düşünmek rüyadan farksız. Çünkü o zaman da gerçek bir rüyadaydım sanıyorum.
Not: Yukarıdaki fotoğraf da mekanın fotoğrafıdır. Uzun uğraşlar sonra bulduğum fakat sonra gene kaybettiğim web sitesinden alıntıdır. Bakıyorum,özlüyorum...
ön yargılar, dolduruşa getirmeler falan filan üzerine...
Henüz tanışmadığın bir insan hakkında öyle şeyler söylenir ki bazen daha tanımadan nefret edersin. Ama kaçarı yoktur, tanışılacaktır...
Gönderen Selin zaman: 21:07 2 yorum
Etiketler: günlük hayat, önyargı, sLn
yüzsüze yüz yapmak için gerekli malzemeler...
14 Ekim 2008 Salı
Bir adet sabırlı insan gerek efendim öncelikle...hele ki uğraştığınız yüzsüzlerin sayısı artarsa aynı anda biraz sabır katsayınız da yükselir.
Küfür etmeyi hapşırmak, öksürmek gibi gerçekleştiren, etrafındaki yaşlı insanlara moruk muamelesi yapacak hatta yapan, sırada bekleme kavramlarına bir hayli yabancı üç ortaokul öğrencisini milletle dalga geçemeye çalışırken görseniz ne yapardınız ?
Ben en son o üç küçük görünümlü ama masumiyetten bir hayli uzak insan yavrularını ayaklarından tutup ters çevirmek bile istedim. Hiç abartısız korku filmi repliklerini düşündüm. Kendi filmim böyle mi olacaktı dedim. Soğuk kanlı olsam kesin katil olurdum bile dedim.
Bir otobüs kuyruğu düşünün bir hayli uzunca...Siz önlerde biryerlerde beklemektesiniz önünüzde ayakta durması bile oldukça zor sevimli insanlar var. Sonra o bahsi geçen 3 genç gelir. Biri kız, ama hanımefendi olma ihtimali hiç düşünülmemiş gibi küfürlere öncülük eden o. İki oğlan beraberinde, onlar daha sevimli gözüküyor fakat onlarında kaderi ortak sayılır. Çaktırmadan otobüse herkesden önce binmeye çalışıyorlar. Sonraki saniyelerde içinde benim de olduğum bir grup insan tarafından uyarılıyorlar. Ama gelişen süreçte ben çocuklara söylenirken buluyorum kendimi. '' Size hiç yakışıyor mu bu uzun kuyrukta bu kadar bekleyen insanın hakkını yemek? '' halbuki gayet şık duruyor onların üstünde. Sonra dedim önüne geçiren insanlar ayakta kalmaya mahkum olabilirler ama diğerleri durumdan bir haberdi o sırada. Büyütülmemesi gereken bir durum belki çok da, ama insan o anki yüzsüz tavırları görünce bir hayli sinirleniyor elinde olmadan. Velhasıl, bu olay bana neyi kanıtladı derseniz belki size de bireysel anlamda birşeyler kanıtlar paylaşmak isterim:
Öğretmen adayı iseniz formalı gençlerden feyz alıp ortaokul ve lise öğretmeni asla olunmaz dersiniz.
Hak, adalet gibi kavramlar aileden çocuğa geçer büyük oranda ki o çocuklardan biri babasından bahsederken bunu onaylarsınız.
Şımarık gözüken çocuklara ''ne ayıp şey!'' tavrında yaklaşmamanız gerekir aslında, sizi çok fazla dikkate almayabilirler, çünkü direkt onlara yönelik olumsuz tavır söz konusudur. başkalarının hakkını savunmak size mi kalmıştır kalmadıysa sinirlerinizi avuç içlerinize alınız. Gazete kağıdı gibi düşünüp buruşturup üstünde zıplayınız.(zihinsel egzersiz) gazeteleri zıpladığınız yerde lütfen bırakmayın!
Eğer cebinizde birikmiş sinir harbi taşıyorsanız lütfen o çocukları görmezden gelin...yaşasın huzur: )
borcam kabusu
13 Ekim 2008 Pazartesi
Evinde kutusundan çıkmamış borcam tepsi ya da tencere olmayan var mıdır :)) Ben henüz denk gelmedim. Klasik düğün ve ev hediyesidir. Çoğunlukla kullanılmaz, bir sonraki düğünde başkalarına götürülür...
Schhh
12 Ekim 2008 Pazar
Schweppes kısa film festivali tanıtımlarını tv reklamlarından görmüş olabilirsiniz, filmleri http://www.schhh.com.tr/ adresinden izleyebilirsiniz ;)
Gönderen Selin zaman: 00:05 0 yorum
Etiketler: schweppes kısa film festivali, sLn
Bir bayanın sahip olması gereken 100 şeyMİŞ
10 Ekim 2008 Cuma
Yine oturmuş günlük maillerimi karıştırıyorum, konu bölümünde "fwd:fwd: oku bak ne komik ha ha ha" ya da "fwd:fwd:oku ve neler olacak gör. ben denedim oldu çok şaşıracaksın" gibi şeyler yazanları "hı hı oldu tamam" diyip siliyorum, o sırada gözüme "bir bayanın sahip olması gereken 1oo şey" diye bir mail takıldı. Neden bilmiyorum önce karakter anlamında sahip olmamız gerekenler diye düşündüm, sonradan bir de açtım baktım ki giysiymiş hepsi. Hepsini paylaşmayacağım, ama bir kısmını paylaşacağım birazdan sizlerle, elbette benim yorumlarım da olacak :)
Gönderen Selin zaman: 22:23 1 yorum
Etiketler: günlük hayat, kadın milleti, sLn
Kırılgan haller...
Bugünlerde çok dalgın,çok yorgun ve çok mutsuzum... Sebebi belirsiz. Dönem dönem gelen o hışırtılı bunalımlardan sanırım. Herkese,herşeye acıyorum kendimden başka. Sokakta bir kedi görsem alıp koynuma sokasım, çocuk görsem güldüresim, yaşlı nine görsem sarılasım var. Uzun zamandır yoklamamıştı beni bu bozuk ruh. Birden geldi sert çarptı,toparlamaya çalışıyorum.
İçimde bir yerlerde ezilen ekmek kırıntıları var. Günahtır diyerek vicdan azabı çekiyorum. Raftaki yamuk kitaplar, kapağı açık cd kutuları,ortalıkta dolanan pastel boyalarım sinirlerimi bozuyor. Takıntılarım arttı, sorunlarım var. Geç düzelen bir bozukluk benimkisi, bütünletilmeyen bir avuç dolusu bozukluk.
Önümde 5 ay yaşayacağım bir yalnızlık var. Sevdiklerimden uzak,gözümü korkutan koca bir "ben",yalnız ben. Korkular saracak etrafımı,şimdiden başladılar,kaçış yok!.
Dağılmış boyalarımın üzerinde duran parmak izlerimin varlığı belirsiz. En son ne zaman kullandım? ne zamandır oradalar? ben ne zamandır huzurluyum ki hala aynı yerdeler ?
Geleceğim parça parça, aynı renkten oluşan bir çok şekil... Ben yapbozun neresindeyim? Doğru yerde olmak istemiyorum, köşeliyim ama merkezdeyim. Hergün gülen ben, herkesin mutlu gördüğü ben gerçekten ben miyim? Öyleyse şimdi neden böyleyim? İçimde bir ses izin verme diyor;
"yanlış yerde olman yapbozu bozmaz,sadece diğer parçaların da yerini değiştirir. Sen gene aynı yerdesin. Sadece sen ol ,herkesi boşver." diyor...
Dinlesem mi?...
4. sınıf, mezuniyet, iş, sinir, stres...
9 Ekim 2008 Perşembe
4. sınıf sinir-stres yaptı hepimize. Ne iş yapacağımızı bilmiyoruz, bazılarımız ne iş yapmak istediğini bile bilmiyor (bkz.ben), arkadaşlarımızın bazıları harıl harıl iş arayışında, birileri sınavlarla uğraşıyor, birileri evleniyor... Herkes bir şeyler yapınca insan iyice stres oluyor.
Pilobolus,muhteşem bir gösteri
Mailime gelen muhteşem bir videoyu sizinle de paylaşmak istedim. Gerçekten alkışı hakeden harika bir gösteri. Beğenilerinize sunuyorum...
Buyrun;
Bir karım olsun istiyorum!
8 Ekim 2008 Çarşamba
Hayır, bunu ben demiyorum :) Judy Syfers diyor.
Karilar olarak siniflandirilan insanlardan biriyim. Ayni zamanda bir anneyim.
Bir süre önce karisindan yeni bosanmis bir arkadasima rastladim. Bir çocugu vardi ve tabii ki çocuk eski karisiyla yasiyordu. Yeniden evlenmek istedigini söyledi. Bir aksam evde ütü yaparken bu arkadasim aklima geldi ve birden benim de bir karim olsa hiç fena olmaz diye düsündüm. Neden bir karim olsun istiyordum?
Kendimi ve bakmakla yükümlü oldugum digerlerini destekleyebilmek için yüksek ögrenimimi bitirmek isterim. Karim ben okulu bitirene kadar çalisip bana bakar. Çocuklarimiza da bakar. Onlarin doktor-disçi
randevularini kollar, iyi beslenmelerini saglar. Her zaman temiz ve bakimli olmalarina dikkat eder. Karimin çocuklarima her zaman sevgi göstermesini, okul ve sosyal iliskilerinde basarili olmalarini saglamasini isterim.
Karimin benim fiziksel ihtiyaçlarimi da karsilamasi gerekir. Evimi temiz tutup benim ve çocuklarin arkasindan toplayip düzeltir. Giysilerimi temiz ve ütülü, esyalarimin da aradigim anda bulabilmem için yerli yerinde olmasina özen gösterir. Karimin iyi bir ahçi olmasini, yemek alisverisini ve pisirecegi yemekleri iyi planlamasini, yemekte bana ve çocuklara güler yüzlü davranmasini, yemekten sonra da benim ders çalisabilmem için bulasiklari yikamasini isterim.
Karimin görevlerinden yakinmamasini isterim. Ancak çalismalarimda karsilastigim sorunlari anlatmak istedigimde beni ilgiyle dinlemesini ve gerektiginde yazdiklarimi temize çekmesini beklerim.
Karimin sosyal hayatimin ivir ziviriyla ilgilenmesi gerekir. Disari çikacagimiz zamanlarda çocuk bakicisi bulmasini, arkadaslarimi eve davet ettigimde özel yemekler yapip ikram etmesini, ancak ben ve
arkadaslarim ilgimizi çeken konularda konusurken sözümüzü kesmemesini isterim. Çocuklarin beni ve konuklarimi rahatsiz etmemeleri için karimin onlari erken yatirmasini isterim. Konuklarin küllükleri temiz
mi, tabaklari bosalmis mi, içkileri var mi, kahveleri tam istedikleri gibi mi? Bu gibi ayrintilara özen göstermesi gerekir.
Karimin cinsel gereksinimlerim konusunda da duyarli davranmasi gerekir. Istedigim zaman tutkuyla sevismeli ve beni doyuma ulastirmali. Ve tabii eger havasinda degilsem benden cinsel ilgi beklememeli. Baska çocuk istemedigimden karimin dogum kontrolü konusunda tüm sorumlulugu almasi gerekir. Bana sadik olmasi, entellektüel hayatimin bir takim kiskançliklarla kesintiye ugramamasi bakimindan önemli. Ancak benim cinsel ihtiyaçlarim monogamiye kati bir bagliligi gerektirmeyebilir. Bunu anlayisla karsilayacak bir karim olmali.
Eger bir rastlanti eseri simdiki karimdan daha uygun biriyle karsilasirsam, karimi yenisiyle degistirme özgürlügümün de olmasi gerekir. Yeni bir hayata baslayabilmem için karimdan çocuklari almasini ve benim de yüzde yüz özgür olabilmem için onlarin tüm sorunlariyla ilgilenmesini beklerim.
Okulu bitirip de ise basladigimda karimin kendini tam anlamiyla görevlerine adayabilmesi için isini birakip evde oturmasini isterim.
Tanrim kim bir karisi olsun istemez ki?
ve huzurlarınızda Hilmi!
7 Ekim 2008 Salı
İşte o adam!
Gönderen Selin zaman: 23:30 3 yorum
Etiketler: hilmi hoca, marmara üniversitesi, sLn
karışık konserve
Kırmızı ağaçta mavi elma gibi, sırıtıyor hayat zaman zaman üstünde asılı olduğu uzay ağacında. Bir gariplik var duruşunda renkleri çekici mi itici mi anlayamıyor insan...Tam kırmızının çoşkusuna kapılmışken mavinin huzuruna biraz da hüzününe ortak oluveriyor...
Huzurlu, hüzünlü, çoşkulu topyekün karışık olduğundaysa alacalı deyip çıkıyoruz işin içinden...
O kadar çok farklı durum o kadar çok farklı insan o kadar çok farklı mekan var ki şu ağaçta asılı sallanan...köprüler, yollar, denizler, dükkanlar, evler, caddeler, sokaklar, pastaneler, kitapçılar... yığın yığın dizi dizi bu karmaşanın merkezinde.
Bunları düşünecek tek bir akıl ( ki kusursuz ) bir çift göz, taşımak için bir çift el - kol...
Yetersiz gibi geliyor zaman zaman. Oysa bunlardan sayıca yoksun olanlar varken... Haddini aşmak gibi!
Dali İstanbul'da!
6 Ekim 2008 Pazartesi
Bir duyuru da buradan yapayım :)
"Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Akbank'ın sponsorluğunda ve
Gala-Salvador Dalí Vakfı'nın işbirliğiyle,
20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizm akımının temsilcisi Salvador Dalí'yi Eylül 2008'de ağırlamaya hazırlanıyor.
Salvador Dalí'nin kapsamlı bir retrospektifi niteliğini taşıyacak sergide; yağlıboya tablolar, çizimler ve grafiklerden oluşan 270 eserin yanı sıra, el yazmaları, fotoğraflar ve çeşitli dokümanlar yer alacak. Gala-Salvador Dalí Vakfı koleksiyonuna ait eserlerle, vakıf dışında gerçekleştirilen en büyük geçici sergi olma özelliğini taşıyacak sergi, 20 Eylül 2008 -
20 Ocak 2009 tarihleri arasında izlenebilecek.
Serginin küratörü Montse Aguer Teixidor, İstanbulluların Salvador Dalí'yi ve onun olağanüstü sürreel dünyasını sergi sayesinde daha yakından tanıyacak olmasının altını çiziyor: "Sergi, eşsiz, yenilikçi, yetenekli ve farklı bir sanatçı olan Salvador Dalí'yi, ilk kez İstanbullularla buluşturacak. Bu evrensel ve provokatif sanatçının düşüncelerini, saplantılarını, ikonografisini ve olağanüstü sürreel dünyasını herkesin anlayabilmesini, daha yakından tanımasını sağlamayı amaçlıyoruz."
İlginize-bilginize sunulur :)
Hayaaaaaat Serdar'ı neden yoruyosuuuuuuuun?
5 Ekim 2008 Pazar
Var mı bu şarkıyı bilmeyen :D
Evlilik üzerine...
Bugün kötü bir haber aldım. Yakın zamanda mutluluklarını gördüğüm bir çiftin boşanma haberi.
İnanmak istemedim. Korktum açıkçası.
İnsanlar birbirlerini severek bir yola giriyorlar. Üç,beş sene birliktelikten sonra evlenme kararı alıp noktayı koyduklarını düşünüyorlar. Gördüğüm kadarıyla işler böyle yürümüyor. Bu etrafımda gördüğüm mutsuz evlilikler beni bir hayli korkutuyor. Onlar da bir zamanlar mutlu ve umursamazdı ama şimdi? Anlaşılamayacak bir halde ayrılar.
Bu durumdan sadece kendilerinin zararlı çıktıklarını düşünüyorlar ama şu bir gerçek ki; yakınları,onları seven arkadaşları kısacası yakın çevresi en az onlar kadar üzülüyor bu duruma. Yani ben bile üzüldüten sonra...
Hayır anlamıyorum. Hiç mi sinyalini vermez bu anlaşmazlık durumu evlilik öncesi? Sen senelerce mutlu mesud yaşa,evlen akabinde de biz anlaşamıyoruz de boşan. Ne kadar kolay ya...
Gerçi şimdi konuşuyorum gelecekte başıma ne geleceği belli değil ama, uzaktan bakınca bunları düşünmeden edemiyor insan.
Bu olay üzerinde bir zamanlar okuduğum Can Dündar 'ın bir yazısı geldi aklıma ve buldum. Okumanızı isterim, sizinle de paylaşıyorum. Buyrun;
Can Dündar'dan evlilik
Evlilik, inanmadığım halde içerisinde 17 seneyi bitirdiğim bir kurum benim için.
17 senede (abartmıyorum) 40 çift arkadaşımın son verdiği kurum aynı zamanda da...
Evliliğimin bu kadar uzun sürmesinin gizi belki de kuruma inanmamaktan geçiyor.
Evliliği toplumun dayattığı şekilde yaşamamaktan...
Nedir bu dayatmalar?
Erkeğin muhakkak kadından yaşça büyük olması, eğitim seviyesinin erkeğin lehine yada en azından eşit olması bunların sadece ikisi...
Olmaz, yürümez diyor toplum... Erkek yaşça büyük olmalı ki, kadına "höt" dediğinde oturmalı kadın...
Yada yumuşatıyorlar; efendim kadın erkekten önce çöktügü için (hani doğum felan) küçük olmalıymış yaşı...
Eğitimde de böyle.. Kadının çok okumuşu bilmiş olurmuş, evde kalmakmış layıkı....
EŞİM BENDEN 2 YAŞ BÜYÜK; ne "höt" dememe gerek kaldı 17 senede, ne de benden önce çöktü...
Yıllar içinde ben yaşlandıkça o gençleşti, "oo Can bey kapmışsınız çıtırı" esprilerine muhatap dahi oldum.
EŞİM 3 ÜNİVERSİTE BİTİRDİ; ben bi taneyi 9 senede bitirdim..
Ne o bana bilmişlik taşladı, ne ben ona ezik baktım...
Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır der Halil Cibran...
Bunu unutmadık biz. Ben konuşurken o dinledi, Ben dinlerken o konuştu 17 sene.
O öfkeliyken ben, ben öfkeliyken o "haklısın bitanem..." dedik, öfke bitip fırtına durulduğunda "ama bi de böyle düşün" de dedik fikrimizi savunurken.
Farklı insanlar olarak görmedik birbirimizi, aynı amaç için savaşan neferlerdik bu hayatta...
Asla bilmedik ne kadar para kazandığımızı, ortak cüzdanımızdan gerektiği kadar aldık..
Ne kadar çalarsa çalsın masanın üstünde telefon, kim bu saatte arayan karşı cins diye sorgulamadık da ama...
Sevginin en büyük dostuydu bizim için "güven"... Ve güvenin ardına saklanmış bir "saygı" vardı daima...
Ne kavgalar, ne badireler atlattık 17 senede...
Eee ülkeler neler gördü, biz çekirdek aile mi süt liman yaşayacaktık...
Öyle bir girdik ki birbirimize, ben ilk kez odamın dışında yattım bi gece, misafir odasında...
Gece yarısı kapı açıldı, eşim "ne yapıyosun burda?" diye sordu kapının eşiğinden,"uyuyorum" dedim buz gibi bi sesle...
Gitti, gelmesi 1 dakikasını almıştı elinde yastıkla... "kay yana" dedi
daracık yatakta."ne yapıyosun?" dediğimde "benim yerim senin yanın, sen gelmezsen ben gelirim" dedi...
Anladım ki o gece, en uzun kavgamız yat saatine kadar sürecek...
Ve bence doğrusu da bu...
Özen gösterdik o günden sonra, evin her yerinde kavga ettik, yatak odamız hariç..
Kırsak da zaman zaman kalplerimizi, asla kin tutmadık birbirimize...
Toplum kurallarıyla oynasaydık bu oyunu belki de 41 inci çift olacaktık o listede...
Ama oyunun kurallarını biz koyduk... Nede olsa bizim oyunumuzdu, oynanan...
Evlilik; hesapsız içine dalınması gereken bir oyun bence...
Topluma kulaklarını tıkayarak hemde... Ne benim, ne de bizim sözlerimizle...
Sadece gönlünüzden geçtiğince...
Dediği gibi Ataol Behramoğlu' nun;
"... Yasadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana..."
CAN DÜNDAR
Nasıl bir başlık seçsem bilemedim.
Dünyayı daha iyi yapmayan insan insan değildir.
4 Ekim 2008 Cumartesi
http://tr.wikiquote.org/ 'da dolaşayım dedim biraz, daha doğrusu devamını hatırlayamadığım bir sözü google'da aradım, kendimi orda buldum. Film repliklerinin yazıldığı ayrı bir bölüm yapmışlar, ama durumu pek parlak değil, benim defterimde daha çok alıntı vardır o kadar söyleyeyim.
Babalar ve biricik kızlarına imiş...
Bugün bir yazı okudum. Yaratıcı bir kişilik sevimli ve bir okadar da sıcak,görüldüğünde yüz gülümseten bir çift terlik yapmış.
Bu terliği tanıtan yazının başlığı ise ; "babalar ve biricik kızlarına"...
"Çocukluğuma döndüm" demek isterdim. Ne yazıkki babamın ayaklarına basıp dans ettiğimi hiç ama hiç hatırlamıyorum. Gerçi düşününce, tek başıma bile kıpırdamazdım ya neyse...
Bu kadar sevimli bir icadı yapanın ellerinden öpmek lazım ki ne zaman baksam içimi ısıtan bir terlik bu.
İlk gördüğümde, sarışın kıvırcık saçlı sevimli mi sevimli bir kız çocuğu geldi aklıma. Fırfırlı geceliğini giymiş işten dönen babasını kapıda karşılıyor. Ellerinde zor taşıdığı bu sevimli terlikler, neredeyse babasının gözüne sokacak. Adam daha nefes almadan terlikleri miniğin elinden alıyor, giyiyor ve o sevimli kız babasının ayakları üzerinde uçarak dans ediyor. Bir de şöyle piyano ağırlıklı hafif ama neşeli bir müzik de lazım fonda. Ne kadar şeker değil mi?
Bir hikaye vardı kırmızı dans ayakkabılarıyla ilgili. O da aklıma gelen ikinci bir unsur. Ayakkabları giyen kız durmadan dans ederdi. Hikayeyi tam olarak hatırlayamıyorum ama aklıma takıldı şimdi:).
İşte işin özü Heidi'nin dedesinin potinlerine benzeyen bu terlikleri gördüm:). Gördüğüm anda aklıma geleni ve hissettiklerimi de paylaşayım istedim. İleride bir gün anne olursam bunları kızımla babasının ayaklarında görmek isterim. Güzel bir kare olurdu eminim.
Benin babamla böyle bir anım yok ama umarım her çocuğun hatırlayabileceği böyle bir anısı olur. Anımsamak güzel olsa gerek. Seni mutlu eden olayı kendi çocuklarına da yaşatmak... Neyse konu dağılıyor.
Sevgi dolu potinler ayaklarınızdan çıkmaz umarım :)...
Kaynak
Büyüme sırası RedPharos'ta
3 Ekim 2008 Cuma
Sevgili arkadaşlarım sLn ve e.d 'den sonra konu hakkında yorum yapma sırası bana geldi. Aslına bakarsanız daha önce kendi blogumda benzer bir konuda birşeyler karalamıştım buradan bakabilirsiniz :) (blogum hala tadilatta olduğundan bakma işlemini sonraya atmanız daha iyi olacaktır).
Daha önce de bahsettiğim gibi çocukluğum geleceğimle ilgili soru yağmurları altında geçti. Gerçi her çocuğun kaderidir bu tarz sorulara cevap vermek; "Büyüyünce ne olacaksın?".
Ben kendimi bildim bileli bu soruları cevapsız bıraktım çünkü, verilen cevabın gerçekliğine hiç ama hiç inanmadım. Ben bir mesleği şimdi istesem ne olur istemesem ne olur diye düşünmüşümdür hep. Çocuktuk neticede.
Hiçbir zaman doktor olmak,öğretmen olmak gibi klişe cevaplar verecek yeteneğim de yoktu. Zaten ne doktorlukta ne de öğretmenlikte gözüm vardı. Zamanla gördüklerim,bildiklerim ve istediklerim şekillendi ve uzun yıllar sonra sayısalla işim olmadığına asıl yapabileceklerimin yazma,çizme,konuşma olduğuna karar verdim.
Şimdi hala büyüyünce ne olacağımı bilmiyorum. Üniversiteden neredeyse mezun olacak olmama rağmen ve mesleğimin görünüşe göre klişe cevap dediğim "öğretmenlik" olacak olmasına rağmen geleceğin pek aydınlık olmadığı kanaatindeyim.
Aklımda editörlük,reklam yazarlığı ya da reklamcılık alanında herhangi bir meslek sahibi olmak var. Editörlüğü hala istememe rağmen, edindiğim bazı bilgiler meslekten bir kaç adım uzaklaşmama sebep oldu.
Ben büyümedim,hala büyüyorum. İçimdeki umut giderek buharlaşıyor fakat bir 30 yıl sonra da kendimi aynı şeyleri düşünürken bulmam olası. Şu an tek isteğim ileride pişmanlık duymayacağım bir meslek sahibi olmak.
Umarım yakında büyürüm. Büyünce ne mi olacağım?
Kararsız ve cevapsızım.
Kimseyi mimlemiyorum işte bugün hih...
büyüdün, ne olacaksın ?
Meslek konusunda ne kadar gel- git yaşadım çok ayrıntılı bir şekilde hatırlamıyorum açıkçası. Tek bilinen öğretmenlik konusunda tereddütsüz kabul edilir bir tavır vardı sanırım.
Öğrencisi olan bebekler yaratırdım çünkü ben çocukken. Barbie bebeğin kıyafeti de buna denk düştüğü için hiç sorun olmazdı. Takım elbisesi olan bir bebekti ve süslü şapkasını çıkarınca eli yüzü gayet düzgün bir bayan öğretmen sıfatını kazanıyordu ister istemez.
Gelip geçici doktorluk hevesi olmuştur büyük olasılıkla. İlkokulda plastikten bi yarım insan vardı iç organları çıkabilen. Onunla ilgili doktorculuk anılarımız baya fazlaydı aslında. Direkt organlarla tanışmak iğrenç olsa da görüntü itibariyle, çok gerçekciydi. Plastik kalp çıkarılıp tedavi edilebiliyordu o zamanlar sonra da çıkarıldığı yere tekrar monte ediliyordu.
Sonra anladım ki ben terzi olmak istiyorum. Annem terzilik yapmıyordu ama bize ve kendine çok güzel kıyafetler dikerdi. Artan kumaşlardan da ben bebeklerime kıyafet dikerdim. Sonra işleri bütüyüp kendime çantalar yapmaya başlamıştım.
Meslek olarak düşünmesem de bir dönem evdeki bütün baharatları birbirine karıştırıp nasıl bir tad yaratabileceğimi dener dururdum. Hiçbiri birlikte güzel olmuyor onu anlamıştım. Simsiyah bir renk hoşuma gitmezdi.
Sonra hamurlara merak sardım. Hamurdan bir sürü oyuncak yapmıştım kibrit çöplerinden kol ve bacakları olan , uçlu kalemlerin tepesinden çıkan kapaklardan da şapkaları olan küçük insanlar yapmaya başlamıştım bir dönem.
Tül çorap kartonunda ışık yakalamışım bir dönem de... İkiye katlanınca çok güzel el kitabı görüntüsünü alıyordu. içini doldurmak da bana kalmıştı. kareli kağıtlara yazılan hikayeler karton kapaklı bir formatta halkın hizmetine sunulurdu. Basım evi ile anlaşma gibi alengirli işlerimiz yoktu o zamanlar.
Bunların hepsi yazarken zincir oluşturdu kafamda sanırım. Biri diğerinin ardından geldi... Değişen meslekler neticesinde elimde net olan tek şey hala sabit, bu sevindirici. Dekoratör olur benden, yazar olur , modacı olur, aşçı olur...Öğretmen olurmu olmaz mı henüz karar vermiş değilim....ben bankacı olamam, finans sektöründe intihar etme eğiliminde olurum, kasiyer olamam onlarda rakamlarla uğraşıyor. Mühendis olamazmışım ailemde 5 kişiden 3 ü mühendis olsa da...Bunun yanısıra, lisede bir dönemde bütün sayısal derslerini sırf sevmeye sevmeye yapmak zorunda olduğu için zayıf getiren biri varsa o da bendim. İkinci dönem sırf o karneyi eve götüreceğim için birinci dönemden aklımda kalan yüz ifadelerini değiştirmek adına canımı okumuştum( ki hiç kimse bana birşey söylemedi bile). Tek bir çizgi gözükmemeli o hanelerde en azından 2 yapabilirim mantığı da yok değildi hani. Ki o sıralar matematik öğretmenim bana '' matematiği sevmiyorsun sen galiba...'' dediğinde destursuz '' evet hiç sevmem ben nefret ederim'' dedikten sonra hocamın gözleri '' demek'' öyle ifadesine geçiş yapmıştı, hiç unutmam.
Bu saatten sonra güzel sanatların sınavlarına girme gibi bir şansım yok o şansları geri tepeli çok oldu farkındayım. Ama kapılar kapalıysa pencereleri zorlamak da bize düşer.
Emin olduğum tek şey; el emeği verilmiş işleri görmek beni mutlu ediyor. İnsanların hayatına renk katan renkler beni mutlu ediyor...Ve ben büyüdüm, en azından bir meslek sahibi olacak yaştayım. Şimdi sırada talihi bu yöne çekmek var. Olmaz ya bir gün bankada çalışmak zorunda kalırım, enazından yolun karşısında bir terzi, bir pastane bir de sanat atölyeleri olsun!
Büyüyünce ne olacaksın sLn?
Keyifsiz bir akşam geçiriyorum, canım sıkkın, dövecek adam olsa 1 saniye düşünmeyeceğim, feci bir mide ağrısıyla mücadele ediyorum, uykum yok ve eğer yatarsam düşünüp düşünüp iyice bozacağım sinirlerimi vs.