Because you had a bad day...

24 Mart 2009 Salı

Sene 2005.

Böyle söyleyince üzerinden çok zaman geçmiş gibi geliyor ama sanki dünden bahsediyormuşum gibi yakın bana...

Keyifsiz zamanlar.
O ara Dream tv bir klibe takılmış, gün boyu yayınlayıp duruyor, ben de kanallar arasında dolaşırken ne zaman denk gelsem klip bitmeden kanal değiştirmiyorum.

Bu sabah yine keyifsiz sabahlardan biri.
Ne yapsam da kendimi toplayıp dersin başına öyle otursam diye düşündüm. Aklıma o klip geldi. Şarkıyı söyleyen abinin başka hiçbir şarkısını bilmiyorum. Belki diğerlerine de böyle klipler çekmiştir, bilemem. Bir ara bakarım ama...

Şimdi oturup izledim yine yüzümde bir gülümsemeyle ve galiba şu an biraz daha iyiyim :) İnsanın kendi can sıkıntısını %100 geçirecek çözümler bilmesi güzel bir şey ;)

Tamam daha fazla uzatmadan klibi ve şarkının sözlerini ekliyorum, sonra da susuyorum...

Klip benden e.d.'ye gelsin :P Bir ara kafayı taktığım ne varsa ona da bulaştırmayı görev edinmiştim kendime, bu klip konusunda da beynini ben mi yedim, yoksa bambaşka vesilelerle denk gelip öyle mi sevdi hatırlamıyorum ama sevdiğini biliyorum :))


Where is the moment we needed the most
You kick up the leaves and the magic is lost
They tell me your blue skies fade to gray
They tell me your passion's gone away
And I don't need no carryin' on

You stand in the line just to hit a new low
You're faking a smile with the coffee you go
You tell me your life's been way off line
You're falling to pieces every time
And I don't need no carryin' on

Because you had a bad day
You're taking one down
You sing a sad song just to turn it around
You say you don't know
You tell me don't lie
You work at a smile and you go for a ride
You had a bad day
The camera don't lie
You're coming back down and you really don't mind
You had a bad day
You had a bad day

Will you need a blue sky holiday?
The point is they laugh at what you say
And I don't need no carryin' on

You had a bad day
You're taking one down
You sing a sad song just to turn it around
You say you don't know
You tell me don't lie
You work at a smile and you go for a ride
You had a bad day
The camera don't lie
You're coming back down and you really don't mind
You had a bad day

(Oooh.. a holiday..)

Sometimes the system goes on the blink
And the whole thing turns out wrong
You might not make it back and you know
That you could be well oh that strong
And I'm not wrong

(yeah...)

So where is the passion when you need it the most
Oh you and I
You kick up the leaves and the magic is lost

Cause you had a bad day
You're taking one down
You sing a sad song just to turn it around
You say you don't know
You tell me don't lie
You work at a smile and you go for a ride
You had a bad day
You've seen what you like
And how does it feel for one more time
You had a bad day
You had a bad day

Pembe pembe diziler

23 Mart 2009 Pazartesi


Hayatının hiçbir döneminde Arjantin, Brezilya ve dolaylarında geçen pembe dizilerden izlememiş bir kadın modeli varsa dünya üzerinde kendisini tebrik etmek istiyorum :) Çocukluğum pembe dizi takip ederek geçti, psikolojim üzerinde derin izler bıraktı o diziler, izlemeyen varsa dinlemek istiyorum kendisinden nasıl bir his olduğunu.

Geçtiğimiz günlerde eski şarkı linkleriyle dolu bir maile göz atarken Julio Iglesias'ın Manuela şarkısını görmemle başladı bu dizileri düşünmeye başlamam. Julio Iglesias'ı sadece ismen tanıdığım için şarkılarını da bilmiyorum tabi. Acaba çocukken izlediğim Manuela dizisiyle ilgisi var mı derken bir de baktım ki dizinin jeneriğindeki şarkıymış :) Sonra daldım gittim geçmişe...

6 ya da 7 yaşındayken pembe dizi izleyen bir ruh hastasıydım ben!

O dönem çok sık elektrik kesintisi olurdu neden bilmem. Ama yan komşumuzla elektriklerimiz asla aynı gün kesilmezdi. Ya onlarınki kesik olurdu ya bizimki. Elektriği kesik olmayanın evine toplaşır, akşam haberlerinden önce yayınlanan Manuela'yı heyecanla izlerdik.

Dizinin iyi kalpli, temiz kızı Manuela çok sevilirken benim Isabel'i sevmem antikahraman sevgimin o zamanlarda da var olduğunu gösteriyor sanırım.

Isabel ve Manuela babaları aynı anneleri farklı olan iki kardeşti, ikisini aynı kişi canlandırıyordu, tek farkları Isabel'in gözlerinin mavi, Manuela'nın gözlerinin siyah olması ve Isabel'in saçlarının dalgalı, Manuela'nın saçlarının düz olmasıydı.

Isabel'in öldüğünü sanan Fernando aynısından bir tane daha buldu (bkz: Manuela) bu kez onunla evlendi, kimse Manuela'yı kabullenmedi, herkes onu ezdi falan filan.

Herkes Manuela'ya acıyıp onu severken ben Isabel'in kocasını aldığı için nefret ederdim Manuela'dan. Fernando'ya bakıyorum da iki kadının bu kadar mücadelesini hak edecek bir şey de yokmuş 
hani :))

Bir de 7 yaşındayken şarkının sözlerini ezberlemişim, tabi duyduklarımı ezberlemişim, yoksa Türkçe'den başka dil bilmiyorum o dönem. Şimdi sözlere falan baktım da oy oy oy dedim. Benim "komos noçes komos venyos komo soposenyos denyemo manuela" diye anladığım şey aslında bambaşka bir şeymiş :)) (gülmeyin, yaş 7 diyorum :D )

Sonra 5. sınıfta başka bir diziye sardım. Türkçe ismi Hanımağaydı, öyle bulamayacağımı tahmin ederek başroldeki tiplerin ismini yazdım google'a ve öğrendim ki dizinin adı La Dueña'ymış. Burada da gururu yüzünden Jose Maria'ya aşık olduğunu bir türlü kabul etmeyen, bütün gün at tepesinde ordan oraya dolaşan bir kız vardı. Bu bahsi geçen kızın ismi Regina. Bana o zaman o kadar güzel görünüyor ki bu abla, ben gidip saç modelimi falan onun gibi yaptırıyorum. Hâlâ da saçlarımı aynı şekilde kestiriyor olabilirim, evet :)
Bu fotoğrafta pek belli olmamış saç modeli, daha düzgün bir fotoğraf da arayamadım. Bu Regina'nın amcasının kızı var bir tane, ismi Laura. İğrenç bir kişilik. Yaşadıkları çiftlik miras olarak Regina'ya bırakılınca hasetinden çatlıyor, Jose Maria'ya göz koyuyor, ele geçirmek için çok çabalıyor, ama bütün kötüler gibi kaybetmeye mahkum. Laura nefret ettiğim az sayıda kötüden biri. Gençlerin arasını bozmaya çalıştığı için kılım ona.

Sonra azıcık büyüyoruz ve gençlik dizileri başlıyor.
Hiç kaçırmadıklarımızdan biri: Sweet Valley High.
Elizabeth ve Jessica adlı ikizlerin okul maceralarını izliyoruz burda. Elizabeth tam bir melek, herkese iyilik yapıyor tüm zamanında. Jessica'ysa dünyayı umursamayan bir tip, zavallı Elizabeth onun pisliklerini temizliyor durmadan. Evet, Jessica'yı seviyorum :D Elizabeth'in o zaman gözümüze çok hoş gözüken sevgilisi Tod'a şimdi bir baktım, aman yarabbi! Çok fena :D
 
Bir dönem de Melrose Place efsanesinden nasibimizi aldık. Ama o dönem nedense hiç net değil hafızamda. Diziye dair çok az şey hatırlıyorum.

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Michael Mancini'yi pek beğenirdim o zaman. Her akşam 17.00'de yayınlanırdı, sokakta oynadığımız oyunu yarıda bırakır eve gelirdim, izleyip yeniden çıkardım.


Sonra Sabrina fırtınası başladı. Her öğlen Sabrina saatinde eve girer, Sabrina'yı izler öyle çıkardık oynamaya. 

Hatta ortaokuldayken "Sabrina roma'da" adıyla atv'de yayınlanan filmini izlemiştim, Roma sokaklarına aşık olup, İtalya'ya gitme hayalleri kurmaya başladığım an tam olarak o filmi izlediğim ana denk gelir. Ha bir de filmde Paul rolünü oynayan arkadaşa da aşık olmuştum, şimdi baktım resimlerine hâlâ yakışıklı görünüyor gözüme :)

Sonra yine memleketimizi kasıp kavuran bir başka diziye sardım lise yıllarımda. Vahşi güzel! (Muñeca Brava)

Her sabah okulda konuşulan ilk konu ivo ve milagros! 

"Anam Ivo'yla Milagros kardeş çıktı, oh çok şükür değillermiş, aaaa Pablo Milly'e aşık oldu, aaaa ivo angelicayla evlenmesin, Angelica'nın kemiklerini kırmak istiyorum, kemik torbası tipe bak ıyyyyy."

Hâlâ da pek tatlı gözüküyorlar gözüme :))

Ivo'dan Türk genç kızları bir şey öğrendi; "bir erkek ağlarken ne kadar güzel gözükebilir". Evet ruh hastasıydık, Ivo'nun ağlamasına bayılırdık!

Sanırım pembe dizi ve gençlik dizisi günlerim böyle bitti. Haftada bir akşam saatlerinde yayınlanan dizileri takip etme konusunda çok başarılı olamadım hiçbir zaman ama pembe dizileri her gün izlemeyi bir görev bilinci saydım! Olsun, anı oldu işte fena mı :)

Bir ara Rosalinda falan da izlemiştim ama pek bir şey hatırlamıyorum ona dair.

Gençtim, izledim, utanmıyorum tamam mı :))

"en" yakın

22 Mart 2009 Pazar

Bir şeyleri kategorilemeyi seviyoruz, kelime başlarına "en" koymayı, kendimizi birkaç kelime içine sığdırıp tanıtmayı seviyoruz. Sonra zaman geçtikçe o enler yıpranıp kayboluyor, sonra belki anlamı değişip en baştayken en sona kayıyor. "en sevilen" iken "en sevilmeyen" olabiliyor.

Bir arkadaşım var, yıllar yılı hayat bizi aynı yerlerde farklı mekanlara savurmuş olsa bile hep baş köşeye oturmuş. Ben Ayşenur'muşum o Ayşegül'müş işte. Ben A sınıfındaymışım, o B de imiş. Ben ilk odada kalıyormuşum, o ikincideymiş, ben Hacettepe'ye gelmişim,o Gazi'yi kazanmış. Ben ilköğretim matematik okumuşum, o lise matematik. Benzer boylar, benzer olmayan zevkler ve "en" in içine sığıvermiş kocaman bir arkadaşlık...

Sonra zaman geçmiş, görüşmemişiz aynı yerde olsak da, arayıp sormamışız birbirimizi. Ben bir şeylerin yitip gittiğini düşünmüşüm, o şüphe etmeden sarılmış arkadaşlığımıza... Ben aldanmış, utanmışım, o üzülmüş böyle düşündüğüme...

Birkaç gün önce gittim yanına... "Kaldığın yerden devam etmek" vardır ya, "o" idi işte... Isısını içinde muhafaza edebilen bir arkadaşlık yeniden sardı etrafımı... Ben "leb" demedim, o anladı "leblebi" yi...
Gözünde muzip gülümsemelerle anladı ne demek istediğimi...
Anlatacak çok şey birikmişti, biriktikçe, anlattıkça tatlanmıştı...
Biliyordum en iyi dinleyicilerimden biri olduğunu, biliyordum anladığını...

Ne zamanın ne de mesafelerin değiştiremediği şeylerin olduğunu bir kez daha anladım, anladıkça sevindim...

Bitse bu okul...

17 Mart 2009 Salı

A.nur'un yazısına devam etmiş gibi olalım.

Şu ara sınavlar ve dersler yüzünden ben de çıldırmak üzereyim çünkü.

17 gün.
10 farklı ders (matematik, genel muhasebe, dış ticaret işlemlerinin muhasebeleştirilmesi, uluslararası pazarlama, gümrükleme, kambiyo mevzuatı, dış ticarete giriş, ithalat ve ihracat uygulamaları, Türk dili, inkılap tarihi)

Ders isimlerini benim dil bölümü öğrencisi bir insan olduğumu düşünerek tekrar okuyun.
Sonra da bana "işin mi yok kızım, dış ticaret senin neyine" diye sorun...

Bir yandan da hazırlamam gereken Türkçe-Fransızca çeviri sunumu var 1 Nisan'a.

Düşündükçe içim açılıyor.

Bugün ben okuldayken, günlerdir beklediğim kitap siparişim gelmiş. Bir an önce okumak istiyorum. Ama aklım derslerdeyken keyif alabileceğimi sanmıyorum okuduklarımdan.

Okula gitmek zorunda olmasam her şey daha keyifli olabilir aslında. Evde oturup çalışabilirdim belki.  2 saatlik ders için 5 saat yol gidiyorum, 2 saatlik derste sinir hastası oluyorum. Sonra gel eve kolaysa ders çalış!

5. sınıfa giden öğrencilerimin şımarıklıklarından, gürültülerinden şikayet etmemeliyim sanırım, onlar en azından ÇOCUK!

Azar işittiğinde gülen üniversite öğrencileri var bu dünyada.
Okula bir şey öğrenmeye değil, öğrenmeye çalışanları rahatsız etmeye gelenler var.
Bir şey öğrenmek istemesen bile öğretmen vasfıyla orada bulunan insana saygılı olmak gerektiğini idrak edememiş insanlar var.
En basitinden öğretmen olarak ciddiye almasalar bile bizden yaşça büyük olması sebebiyle saygılı davranmamızı hak eden bir insan olduğunu kavrayamayanlar var.
5. sınıflarım en azından çocuk!

Dün eğitim bilimleri derslerinden birine gelen, asıl mesleği psikolojik danışmanlık olan bir hocamız ergenliğin etkilerinin 20'li yaşların ikinci yarısına kadar sürdüğünü söyledi. Örnekler görüyoruz bol bol di mi?!

Çarşamba günleri sevimsiz iki hocanın derslerini üstüste koymuşlar, ayaklarım geri geri gitmek istese de zorluyorum kendimi okula gitmek için. Sanırım okul bittiğinde 40 gün 40 gece kutlama yapacağım. eğitim hayatım bitti diye değil. Bu sevimsiz insanlardan kurtuldum diye. Gireceğim ortamlarda yeni sevimsizliklerin beni bekliyor olacağını bilsem bile en azından şunlardan kurtulmak bir mutluluk sebebi olacak... Psikolojim üzerinde feci izler bıraktı şu üniversitede tanıdığım sevimsizler. Gitsinler istiyorum artık...

Durum oldukça sıkıntılı. Yine de keyif almanın yollarını arıyoruz. 

Yeni çiçek açmış ağaçların pembeliğine bakıp gülümsüyoruz.
Anne-babalarının kucağında dünya tatlısı çocuklar görüyoruz gülümsüyoruz.
Bir şeylerin iyi olacağını umut ediyoruz gülümsüyoruz.
"Az kaldı aaaaaz" diyip gülümsüyoruz.

Güzel günler orada bir yerde, gelmeye hazırlanıyorlar. Belki geleceklerine yeterince inanırsak...

Belki...

Sınav Psikolojisi Kardeşim

"Bilmemki bu bloga ben niye geldiiiiiiiiiiiiiim??" demiyorum ama geldiğimden beri bir hoşbulduktan başka ağzımı bıçak açmamasını yadırgıyorum efendim. Şimdi beni buraya davet eden insanlar da "E haydi bir ses verrr!" diyebilmektedirlerdir içlerinden. Bu bir özür olabilemez belki ama kaç gündür düşlüyorum ne yazsam, ne etsem diye ama nafile! Hem öyle yaz deyince yazılmıyor sahiden bunu bir kez daha idrak ettim.

Orhan Pamuk bir yerde okuduğuma göre her gün sanki işe gidiyormuş gibi masasının başına oturur ve saatlerce yazarmış. Yazma isteği, esin kaynağı gibi şeylere inanmaz imiş o. Ya da o yazmak için doğmuştu, bilmiyorum. Bildiğim ben onun gibi değilim(olamam zaten de o apayrı bir konudur)

Neyse neden yazamıyorum?
Aslında yazabilirim, yazıyorum da bir şeyler ama dedim ya bir önceki yazımda burası "mutlu" bir alan diye:) Şimdi ben sınavları gelmiş dayanmış, kimisi üzerinden geçmiş biri olarak bir yandan ezik bir yandan telaşlı bir yandan sıkılmış halimi anlatsam burada olmaz:P He şöyle yapsak, desek ki "Sınavlar geldi ve benim en sıkıcı kitapları bile okuma isteğim, filmlere yandan yandan bakışlarım arttı. Dersin başına geçince uykum geliyor, karnım acıkıyor...Birkaç gün önceden ders başına oturmam hayal oluyor, sahiden en iyi son gün çalışılıyor" belki halimi gözünüzde canlandırıp gülersiniz falan. Ama bunları yazmak da sıkıcı olmaya başladı, hepsini "sınav psikolojisi kardeşim" üçlemesinin içine sığdırıyoruz artık, zaman değişti:)

Neyse diyeceğim odur ki sınav psikolojisiyle birlikte karışık hallerdeyim. Benden bu aralar buraya yakışan yazılar çıkmaz. En yakın zamanda diyelim biz...

Buradan sınavları başlayan ahaliye selam ederim.

Kalın sağlıcakla:)

Ben lider olmak istiyorum!

16 Mart 2009 Pazartesi

Lider olma ruhu şehrimizi, yurdumuzu esir aldı şu sıralar. Elimiz kolumuz belli bir tarihe kadar bağlı olmak zorunda olduğundan, lüzumsuz yerlerde elimize ayağımıza dolanan parti bayraklarına katlanmak zorunda olan bizler, nihai kararı zarf içine sığdırabilecek miyiz orası epey bir şaibeli. Ancak bildiğim tek şey bu kadar tüketim çılgınlığı ile sayısı konusunda çelişkiye düştüğüm bir yığın çocuğun gelecek masrafları çıkarılma olasılığı çok yüksekti.

Bir insan neden lider olmak ister diye düşündüm durup duruken. Aslında durup duruken değil bahsi geçen bayraklardan bir kısmı içinde bulunduğum otobüse dolanıp lider adayıyla mecburen göz göze gelince aklıma düştü bu soru. Liderlik; doğuştan gelince üstü kapalı daha doğrusu sindirilmiş olan meziyetken, sonradan kazanılınca tıpkı lotodan çıkan ikramiyeyi sindiremeyip ilk önce pahalı araba , yat , kat satın alıp sonradan görme olmak gibi.

Şimdilerdeki lider tanımının megalomanlıkla ilintili olması kaçınılmaz dedim ilk önce. Neden insan yüzünü kumaş parçalarına broşürlere , reklam panolarına bastırıp başkalarına ''beni seç beni seç'' demek ister ki (?) Her sabah aynaya bakıp bugün yine güzelim demek gibi bir duygu olsa gerek, ya da cebinde taşıdığı el kadar aynaya kocaman bir gülen yüzle bakıp kendini seyretmek gibi...

Savuduğun düşünceyi değil gamzeli gülüşünü insanlara satmak, '' yapabilirim'' dedikçe aslında ''yapamama ihtimalini'' daha çok insanın aklına düşürmek. Ya da ''ben yaptım'' ı vurgulamak. Senden aldığım vergiyle şimdi hepimiz kol kola girdik ve boy portre fotoğraf çektiriyoruz, oyunu bizden esirgemeyeceğine inandığımız güzel insanlara hediyeler yolluyoruz. Ben daha önce hiç iyi iş çıkarmadım ama seçim zamanı dile getirmek geldi içimden '' bunların hepsini ben yaptım'' bu tüneli kazan adam olmasaydı aslında büyük olasılıkla ben bunu yapamayacaktım diyememek. Böyle gelmiş böyle gider, basma kalıp insan kampanyaları. İnsanlara kendini koyun olarak hissetmeleri için nedenler sunmak.

Nitekim ben kendi ülkem adına hâlâ : gelmiş geçmiş tek liderin bana sadece bir tek ismi hatırlatmasına şaşırmıyorum.





Couchsurfing

Arkadaşlar merhaba,

Uzun zamandır süregelen sessizliğimi yeni öğrendiğim ve geç öğrendiğimden dolayı çok pişman olduğum bir sitenin tanıtımıyla bozacağım.
Ben şahsen ki tanıyanlar da beni bilirler yeni insanlarla tanışmaya bayılan yeri geldimi evinde ağırlayan yeri geldimi de kendi dolaşan bir insanım. Kuzenimin vasıtasıyla yunanlı bir kız arkadaşla tanıştım sevgili sLn ve e. d de bilirler :). Kuzenim de o arkadaşla bu bahsedeceğim sitede tanışmış,şöyle ki;

www.couchsurfing.com
adlı site size yurt dışına çıktığınızda kalacak yer bulma imkanı ya da ülkemize gelen arkadaşlara kalacak yer yani bir "couch" sağlama imkanı veriyor.
Siteye üye olduğunuzda karşılayabileceğiniz düzeyde bir seçeneği seçiyorsunuz. Mesela kimseyi evinizde barındırmak istemiyorsunuz ama ülkemize yeni gelen birine İstanbul'u gezdirmek ya da hoşsohpet muhabbet olsun diyerek birlikte bir kahve içmek istiyorsunuz. Bu da mümkündür sadece bu seçeneği işaretleyip yeni gelen insanlarla, farklı kültürlerle vs dışarıda da tanışabilirsiniz.
Yok eğer yalnız yaşıyorum evimde yatacak fazladan bir yerim de var hem bana da birkaç gün arkadaş olur derseniz seçeneği ona göre işaretleyip size uygun bir zamanda gelecek konuklarınızı ağırlayabiliyorsunuz.

Ben bu siteyi çok sevdim hatta o kadar pişmanım ki keşke Avrupa turuna çıkmadan önce öğrenseymişim. Hem gereksiz masraf yapmamış olur hem de yeni yeni ve daha fazla insanla tanışma imkanı bulurdum.
Dediğim gibi çok faydalı ve eğlenceli bir site. Eğer imkanınız varsa bir bakın derim :)..

www.couchsurfing.com

Beni ara -3-

15 Mart 2009 Pazar

Yazı yazmayı her şekilde seviyorum ama yazarken en çok eğlendiğin şeyler nedir diye sorsalar (niye sorsunlar ki) kesinlikle google analytics aramalarını da söylerim.


Uzun zamandır ihmal etmişiz, bakalım bizi arayanlara :)

"Türkü senaryoları"

En çok gelen aramalardan biri bu ama ben ne demek istediklerini anlamıyorum. Türkü senaryoları nedir, bilen var mı?

"Dul kadınlar nelerden hoşlanır"

Sevgili erkekler,
Siz hani kadınlar çok karmaşık, çözemiyoruz diye sızlanıp duruyorsunuz ya, kıyak yapasım tuttu. Yaklaşın şöyle bir, anlatacaklarım var size.
Şimdi efendim, kadın her yaşta kadındır bu konuda bir anlaşalım.
Genç-yaşlı fark etmez.
Ayrıca medeni durum da fark etmez.
Nişanlılar şunlardan hoşlanır, evliler diğerlerinden, bekarlar bunları sevmez, dullar en çok bunu sever diye bir şey yoktur.
Bir sonraki dersimizde görüşmek üzere.
Hoşçakalın.

"iki gönül bir olunca"

Güzel olur :) Çeşitli şekillerde geliyor bu arama. Samanlık seyran olur derler efendim, ne derece doğrudur bilemem.

"1 uzaylı ile benim aramda geçen hayali konuşma"

-Merhaba uzaylı.
-Merhaba dünyalı.
-Nasılsınız inşallah?
-İç güveysinden hallice. Sizleri sormalı.
-Çok şükür, yuvarlanıp gidiyoruz biz de.
-Allah iyilik versin efendim.
-Amin cümlemize.

"2009 dul bekar evlilik isteyen"

2009'da evlenmek isteyenleri mi arıyormuş? Hayırlı bir kısmet varsa bildiğin, düşünebiliriz canım.

"a"

İşte bu aramaya saygı duydum ben, aramayı yapanı bulursam tebrik edeceğim. Sen google'a "a" yaz, arat ve buraya kadar gel, vallahi bravo!

"acıtan yaralar"

Acıtmayan var mı?

"ağzıyla müzik anlar"

5 adımda google'da arama yapma dersi. 
Ders 1:
Siz yazdığınız cümleyi önce bir anlayın, bir insanın anlayamayacağı cümleyi google hiç anlamaz. 

"beyaz ten kırmızı ruj"

Hı hı, öyle demiştim ben de. Beyaz tenlilere yakışıyor kırmızı ruj daha çok, bazıları yakışmamasına rağmen ısrar ediyor sürmekte. Tercih meselesi diyoruz, saygı duyuyoruz ama olan göz zevkimize oluyor.

"bülent ersoy resimleri bir bir yanaktan diyelim"

Biraz önce bahsettiğim ders 1'e sen de katılmalısın canım. Anlaşılır cümleler yazmazsan google seni böyle alakasız yerlere gönderir işte.

"büyüyünce oyuncu olmak neden istenir"

Büyüyünce öğretmen olmak neden istenir?
Büyüyünce mimar olmak neden istenir?
Büyüyünce doktor olmak neden istenir?
Sorular çoğaltılabilir ve hepsinin cevabı aynıdır. Özel bir sebebi yoktur.

"dul kızlar"

İşte yine onlar! Çıkın hayatımızdan!

"erkek kıza seni seviyorum desin oyunları"

Gerçekten demiyorlar di mi, tamamen oyun, hı?

"erkekler kırmızı ojeyi sever mi"

Genelleme yapamayız bu konuda, kimisi sever kimisi nefret eder.

"Günlük hayatta pijamanın önemi"

Pijama giymek önemlidir. Çıplak yatmamalıyız di mi? Evimizde yalnız yaşıyorsak ya da evliysek ve evde eşimizden başka kimse yoksa sorun olmayabilir ama ailemizle yaşıyorsak muhakkak geceleri pijama giymeliyiz. Evde annemiz var, babamız var, kardeşlerimiz var, çıplak dolaşılır mı hiç? Dolaşılmaz, ayıp. Ayrıca pijama giyenler daha uzun yaşarmış, ciltleri bebek cildi gibi olurmuş, yanakları Heidi gibi kırmızı olurmuş derler ama doğru mu bilemem.

Eğer bu bir kompozisyon konusuysa bunu yazdıran öğretmeni getirin öpüjem :D Bayıldım :))

"İnternet arkadaşına çağrı at"

Niye? Manyak mıyım ben?

"İşimizi kolaylaştıracak ortaya çıkmamış bazı icatları görmek istiyorum"

Sen de diyorsun ya bak, ortaya çıkmamış henüz onlar. Saklandıkları yerden bize bakıp şeytanca gülümsediklerini hissediyor musun sen de? aaa bak biri tam arkanda!

"kadınlar jartiyer giymeyi sever mi"

Hiç denemedim ama rahatsız görünüyor. Kadınlar güzel görünmek adına çok rahatsız şeyler giyebilirler. (Evet giyiyorum, giyiyorsun, giyiyor.) Jartiyer denen şey muhtemelen rahatsızdır, bence komik de görünüyor ama birileri (erkekler diyebiliriz kısaca) bu bahsi geçen kadınlara jartiyeri yakıştırıyorsa kadınlar da giyer canım. Ama bu jartiyeri sevdikleri anlamına gelmez.

Bu kadar fedakarlık yap, yine de laf etsinler, aaaah ahhhhh.

:p

"kırmızı ruj fransızca"

Şimdi kırmızı=rouge
ruj ise "rouge à lèvres".
Birleştirince "Rouge à lèvres rouge" oldu, çok da abuk oldu, msn iletine başka bir dilde yaz bence, daha iyi ;) (çok tuhaf oldu ya, francophone'lar bir bakın bakalım, ruja günlük dilde başka bir şey mi diyor bu Fransızlar :)) )

"kızlar beni nasıl arar"

Bilemem. Ama duruma bakılırsa sen kızları google'a yazıp arıyorsun.

"lisede son sene alan değiştirmesi var mı"

Bu kadar öğretmen bir araya geldi diye eğitimle ilgili her sorunda bize geliyorsunuz ama biz de bilmiyoruz, inanın :)

"otobüste geçen muhabbetler"

-Şişli'den geçer mi?
-Geçer.

-Pangaltı'da inicem, gelince bana haber verir misiniz?
-Olur.

-Körük boş, arkaya ilerleyelim.

-Lütfen ilerler misiniz, arka taraf bomboş, insanlar binemiyor sizin yüzünüzden, ne ayıp şey yaaa.

-Kaptan orta kapııı.

vb.

"radyo dinlemek bir ayrıcalık"

İşte insan bir şeyi seviyorsa böyle sevmeli! 

"Sen benimsin ben senin insanlarda"

İnsanlar kiminmiş? 

"serdara ortaç evlilik var mı?"

Türkçe derslerine başlamak farz oldu :) 
Bilmiyorum evlilik var mı. Varsa da gözümüz yok, Allah mesut etsin.

"Sertab Erener nelerden hoşlanır"

Bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Sen neden ediyorsun?

Sertab Erener'de gözün mü var? Ablamın şahane, muhteşem, mükemmel bir sevgilisi var, zevklerini google'dan arayan bir adam için o muhteşem varlığı mı bırakacak?

Ha kendime güveniyorum ikisini ayırırım dersen elimden geleni yaparım senin için. Kendisi için kullandığım sıfatlara bakarak Demir Demirkan için hissettiklerimi anlayabilirsin :)

Aklıma gelmişken kendisinin muhteşem sevgilisi Demir Demirkan'a sesleneyim, hani olur da google'da kendini aratır, buralara gelir.

Demir sana aşığım, aşığım, aşığım, aşığım, aşığım! :D (abartmayalım, hayranlık diyelim diyeceğim ama hayranlık da hafif kalıyor. Bilemedim ne desem.)

"sevgiliyle ilk buluşmada giyilmesi gereken giysi"

Yazı dizimize hızla devam ediyoruz. Bu ayki konumuz giysiler.
Birkaç arama yukarıda jartiyer vardı, sen abartıp jartiyerle gitme. Hava durumuna da bağlı aslında. Ben çok abartı giyinilmemesinden yanayım. Korkutma adamı yahu! O da insan. (yazarken buna inanıyor muyum? Hayır.)

"spam maillerden para kazanmak"

Adı üstünde spam mail. Ne kazanmayı umuyorsun ki?


Boşa giden 2 saat!

Dün önümde yürüyen 20'li yaşlardaki 3 genç arasında geçen konuşmanın bir bölümü:


"Sus be salak, getirdin bizi saçma sapan bir filme, 2 saatimiz boşuna gitti."

Cümlenin muhattabı olan şahıs konuşmadı, muhtemelen o 3 kişiden en aklı başında olanı kendisi, ben öyle hissettim.

2 saatleri sinemada boşa giden bu gençler sizce sinemaya gelmeselerdi ne yapacaklardı?

Çaresi olmayan bir hastalığa çare bulacaklardı.
Dünyayı daha iyi bir yer yapacaklardı.
Dünyaya çarpmak üzere olan bir göktaşı olduğunun haberini aldılar, sinemaya gelmeselerdi daha çabuk önlem alabileceklerdi.
Gönüllü bir kuruluşta birilerine yardımcı olacaklardı.
Karşıdan karşıya geçemeyen yaşlılara yardım edeceklerdi.
Kendilerine bir iyilik yapıp oturacak 3 sayfa kitap okuyacaklardı.
Aslında hepsi öğrenciydi ve çalışmaları gereken dersleri vardı.
Herhangi bir yerdeki çöpleri toplayıp çevre temizliğine katkıda bulunacaklardı ya da daha iyisini yapıp insanlara neden çöpleri yere atmamaları gerektiğini öğreteceklerdi.
Hepsi iş adamlarıydı ve çok para kaybettiler 2 saatte.
Çok uçmaya gerek yok, anne babalarına işlerinde yardım edeceklerdi belki.
Liste uzar.
.
.
.
.
.
.
.
.
Peki bu gençler sinemaya gelmeselerdi aslında ne yapacaklardı biliyor musunuz?
Yine arkadaşına salak diye hitap eden ve bence ortamın asıl salağı olma ihtimali hepsinden yüksek olan insandan dinliyoruz:
"Gezerdik caddede, ne işimiz var sinemada"

Tabi ya gezin caddede, ne işiniz var sinemada?!

Koskoca 2 saatinizi kaybettiniz! (nasıl da dramatik bir hava oluştu o öyle derken görmeliydiniz.)

Caddede 2 saat gezemedi o çocuk.
2 saatini sinemada kaybetti.
Filmleri 45 dakika yapalım da beğenmedikleri filmlerde çok zaman kaybetmesin yurdumun pırıl pırıl beyinleri. Dünyaya faydalı olacak onlar ve bunu yapmak için daha çok zamana ihtiyaçları var! Filmler sadece eğlence için yapılır, izleyen insana asla bir şey katmaz, o yüzden 2 saat çok fazla di mi?

Yazık değil mi ona?
Hı?

(ben deli oluyorum diye hep bana mı denk geliyor bunlar sizce?)

Hoşbuldum hoş!

9 Mart 2009 Pazartesi



Kokuşmuş, yapış yapış melankoli kokan, bıkkın ruhların aç olduğu bir şey vardır: Değişiklik.
Bazen yeni bir ay, bazen yeni bir film, bazen yeni bir şarkı, mekan, yemek, arkadaş... vs vs bu değişiklik kelimesinin kalıbına uyar ve bizi doruk yaşantılara götürürler. Misal mart ayının gelmesiyle birlikte henüz baharın o muhteşem alametlerine(çiçek, böcek ne varsa) tanık olamasak da içimde bir şeyler kıpır kıpır olmaya başladı.

Baharın gelmesi yetti mi bana? Yetinmedim tabii, mart geldi ve ben yeni bir yaş istedim 2009'dan, bir gün sonra bana 19'daki 1'i değiştirip yepyeni bir "2" verecek mesela. Bilmem mutlu muyum orası apayrı bir konu fakat; seviyorum işte değişikliği!

Sonra birkaç gün önce sevgili sLn'den de pek güzel bir teklif aldım. Değişiklik dedik ya, bu da o değişikliklerin en güzellerinden biriydi. Bahar gelmiş kapıya, kırmızı ağaca da uğramış ve yeni bir çiçek adayı elma olma yolunda klavyesini tıkırdatmaya başlamış. İşte olay bundan ibaret:)

"Kırmızı ağaçta mavi elma" mutlu bir alan, sahiden. Mutlu bir ismin altında, mutlu bir tema ve en derininde mutlu yazılar var. Ben de elimden geldiğince bu mutluluğa bir katkı sağlamaya çalışacağım işte. Henüz tohum halindeyim, yeşerip çiçek açacağım ve mavi bir elmaya dönüşeceğim o güneşli günü merakla bekliyorum.

Ne diyeyim ki başka?
Güzel bir zamanlama oldu işte:)
Bir çok yenilikle, belki de yeni bir benle adım attım buraya:)
Bahar ve yeni bir yaşla birlikte şööööyle bir uzanacağız takvime.
Bakalım neler olacak?

Meraklı ve mutluyum.
İnsan bir yere yenice gelmişse başka hangi duyguyu iliklerinde hissetmek ister ki?
Hoş geldiğimi hissediyorum:)
Hoşgeldin diyenlere yürekten bir hoşbulduk deyip şimdilik kayboluyorum.
Hoş kalın emi!

Hoşgeldin A.nur...


Bahar geldi ya, hepimizde bir yenilenme telaşı var bugünlerde...


Bazen insan ihtiyaç duyuyor tazelenmeye, zamanın bize öğrettiklerinden biri çünkü yeniliklerin güzel olduğu...

Şablonumuzu değiştirdik, siz fark etmediniz ama epey yorucu bir değiştirme işlemi oldu RedPharos'umuz için. Her şeyden önce başında durmadan yeni bir şeyler soran sLn belası var. (bkz:ben) Değiştirdik, daha ferah oldu, içimize sindi. 

Sonra kalabalıklaşalım dedik. Kim olsun kim olsun soruları dönmeye başladı beynimizde. Birbirinden farklı işleyen beyinleri bir araya getirince bir kerede sonuca ulaşmak zor olur tabi. Misal şu yazımızda sancılı isim seçme sürecimizi anlatmıştık. Aklımıza gelen isimlerin bir kısmını yazabilmiştik sadece :) 

Sıra ağacımıza dahil edeceğimiz yeni insanlar seçmeye gelince farklı dertlerle uğraştık. O olur mu, bu olmaz mı, şu nasıl olur sorularıyla bir süre boğuştuktan sonra yeni yazarımız Erspek'e merhaba dedik hep birlikte. Güzel yazılarıyla bir anda hareket getirdi ağacımıza. Müzik konusunda epey tutucu bir insan olan ben severek yazdığı her kelimesinden hissedilen müzik yazılarını okuyunca "dur dinleyelim bakalım nasılmış" der oldum :) Müzik konusunda tutucuyumdur dedim ama yine de rock müzik (ve metal tabi) dışındaki bütün türlere karşı ön yargılı olduğum sanılmasın, benim allerjim kalitesiz şeylere... Türü ne olursa olsun. "Ne dinliyorsun" sorusuna cevap olarak "kaliteli olan her şey" değil, "rock" diyorum tabi ama olsun :)) Bu yeni şeyler denememe engel değil.

Ardından "daha, daha, daha, daha" dedik, 2. davetimizi A.nur'a gönderdik, o da kabul etti :)

Persona noN grata isimli blogundan takip ettiğiniz A.nur ara ara buralarda da olacak artık yani :)

Hoşgeldiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiin diyeyim ben hemen :))

Dedik ya yenilikler iyidir, severiz biz yenilikleri diye, bakarsınız yarın geliriz ağacımıza 3 kişi daha geldi deriz, belli mi olur. Kocaman bir ağacımız var dedik, çok kişiye yer var :))
Hem aramızda kalsın ama birlikte yazmaktan keyif alacağımız isimler bile belli kafamızda :p Ötesi de kader kısmet... (henüz onlar bile bilmiyor olabilir :D )

Güneşli ve güzel bir bahar günü, geleceğimi şekillendirmek adına bir adım atmış olabilirim bugün, daha doğrusu bugün attığım adımın geleceğim üzerinde önemli etkileri olabilir. Bakalım artık, hayırlısı.

2 gün önce sevimli bir dost sihirli değneğini salladı yüzüme doğru, "heyy uyan bee, bırakma bu kadar kendini" nidaları eşliğinde. Başkalarının mutsuzluğuyla mutlu olan insanların olduğu bir dünyada yaşarken birilerinin farklı olduğunu bilmek güzel. 

Kazara mp3'üme düşmüş bir şarkı da yolda gelirken bana dedi ki:

Que sera, sera
Whatever will be, will be
The future's not ours to see
Que sera, sera
What will be, will be

Kazara düşmüş diyorum ama aslında ihtiyaç duyulan bir anda karşıma çıkması basit bir kaza değil kesinlikle...

Güzellikler bir araya gelip günümü aydınlatınca ben de keyifle oturdum bilgisayarımın başına, hem yarının ne getireceğini kim bilebilir ki???

Küçük mutluluklarım

7 Mart 2009 Cumartesi

Durumlar ne kadar iç karartıcı da olsa bir yerlerden kendime küçük mutluluklar bulmayı başarabilirdim bir zamanlar. Pollyannacılık oynayıp her türlü olumsuzlukta olumlu bir taraf görmekten bahsetmiyorum. (Bir kolum koptu ama olsun bir tane daha var)


Şu ara ne zaman "her şeyin kötü olma ihtimali kadar iyi olma ihtimali de var" demek için ağzımı açsam sevimsiz birileri çıkıp "hayır her şey daha kötü olacak, durmadan daha kötüye gidecek" diyerek ağzıma tıkıyor kelimelerimi. 

Bir yerden sonra onlara benzemeye başladığımı fark ettim. Hayatımın hiçbir döneminde umutsuz bir insan olmamıştım. Her şeyin en kötüsünü de düşünürdüm tabi ama hep iyi olanı beklerdim. Ama şu ara ne zaman iyi olanı beklemeye niyetlensem çevremde sinirimi bozmak için hazırda bekleyen tipler karşıma çıkıyor. 

"Her şey kötü olacak."
"Durmadan kötüye gidecek."
"Tahmin ettiğinden çok daha iğrenç olacak."
"Hiçbir şey için umut yok."
"Bu saatten sonra bir şeylerin yoluna gireceğine inanıyor musun sahiden?"
"Saçmalama!"

Falan filan.

Sıkıldım sizden insanlar!
Umutsuzluğunuzu kendi kendinize yaşamaya devam edin. Kendiniz gibi umutsuz insanlarla bir arada devam edin depresif yaşantılarınıza. Benden uzak olun... 

Ciddiye alınmadıklarını yeterince belli ediyorum neden pes etmiyorlar? Muhakkak açık açık "Seni ciddiye almıyorum" diyip kırıcı mı olmalıyım?

Küçük mutluluklarımı geri istiyorum. 

İlkbaharda gördüğüm çiçek açmış ilk ağacın verdiği o mutluluğu...
Sinirli bir anında yolda sana gülümseyen o küçük çocuğu...
Çiseleyen yağmur altında ağır adımlarla yürümenin verdiği huzuru...
Duvardaki çatlaktan çıkmış üç tane küçük yaprağın yüzüne kondurduğu gülümsemeyi...

İyice benden uzaklaşmadan önce tüm kuvvetimle asılmak istiyorum, yeniden tutunmak istiyorum o küçük mutluluklarıma.

Başkasının mutsuzluğundan keyif alan insanlar;
lütfen bütün olumsuz düşüncelerinizi, bütün umutsuzluklarınızı alın ve gidin hayatımdan ...

(Karikatür Umut Sarıkaya'dan.)

Radyo

2 Mart 2009 Pazartesi


Dün gece bilgisayarın başında her zamanki gibi müzik dinlerken elektrikler kesildi. Nasıl olsa uyuyacaktım yatağa gitmeye üşeniyordum iyi oldu dedim içimden. Küçük odadan radyolu feneri alarak odama gittim.

Yine yatmadan önce biraz müzik dinleyim iyi olur diye düşünerek fenerin radyosunu açtım. Radyo MW kanalında kalmış. Bir an çocukluğumu hatırladım. Kutu şeklinde açık kahverengi ağır bir radyomuz vardı. En sevdiğim oyuncağımdı. Bu kadar çok radyo kanalının olmadığı zamanlardı o yıllar. 2, 3 radyo kanalı vardı sanırım hepside TRT nin kanalları. Müzikten çok radyo temsilleri hoşuma giderdi. Her gün saat 16:00 da başlayan bir polisiye temsil vardı konusu aklımda hayal mayal. Hem korkardım hem dinlerdim.

Haliyle 2,3 kanal radyo olunca bir süre sonra sıkılıp, MW kanalında dünya radyolarını dinlemeye çalışırdım. Ama onlarıda dinleyebilmek çok zordu, antene elinizi dokundurup tam cızırtısız bir şekilde frekansı yakalamak biraz ustalık gerektiriyordu. Sonra bir frekans ı yakalayınca dinlerdim ve işte bu Yunan radyosu, Rus radyosu, Arap radyosu derdim. Onları dinleyebildiğim için kendimi ayrıcalıklı hissederdim. Sanki özel bir aygıtla bilinmeyen birşeyleri keşfediyordum. O radyolarda da müzik olmazdı, sadece konuşurlardı. Bu kadar konuşacak şeyi nerden buluyorlar diye düşünürdüm. Bazende mors alfebesine benzeyen sinyaller duyardım, mors alfebesi listesinden bakıp çözmeye çalışırdım tabi birşey anlayamazdım.

Misafirliğimize gittiğimizde, gittiğimiz evde genelde büyük bir radyo olurdu. Hemen gidip bakardım, Tuning bölümünde bir sürü şey yazardı. En çok dikkatimi çekenler ise şehir isimleriydi. Madrid, London, Paris... düğmeyle onun üzerine gelince o şehirlerin radyolarının dinlenebildiğini düşünürdüm. Ama haliyle çocukça çekingenlikten utanmaktan ne sorabilirdim ne de o radyoyu açmayı düşünürdüm.

Dün gece de bir elim antende bir elim arama tuşunda, sanki Fm kanalındaki 100 lerce radyo yetmiyormuş gibi yabancı radyoları aradım. Pek de dinlenecek birşey bulamadım, sanırım eski radyoların kapasiteleri daha yüksekti.

Sonra Fm kanalına geçtim, frekansı hatırlamıyorum ama bir temsil buldum. Temsil'in konusu ilginç bir şekilde Kenya da geçiyordu. Konusu çok önemli değil gerçi ama bir süre temsili dinledim. Ardından ne var ne yok diye diğer kanalları gezdim. Bir tane jazz çalan bir radyo bulamadım. Dinlediğim şarkılarda ilginçtir hep çocukluğumdan kalma şarkılardı. Erol Evgin, Sezen Aksu ve Nilüferin eski şarkıları... Hala bıraktığım yerdeler dedim içimden.

Sonra karşımda duran televizyondan bir çıtırdı geldi, kırmızı ışığı yanıyordu televizyonun. Elektrikler gelmişti. Kapıya doğru baktım açık bir ışık bırakmışmıyım diye, ama ev hala karanlıktı. Elektrikler gelince radyonun büyüsüde gitmişti ev hala karanlık olmasına rağmen. Fenerli radyoyu kapatıp koltuğun üzerine bıraktım...